Kadının kilolu olması 1900’lü yılardan önce bereket ve bolluk sembolü idi. Zayıflık fakir halk için normaldi, erkek için kadınının kilosu önemli bir gösterişti. Bugüne baktığımızda ise tabi ki kilolu olmak sağlık açısından uygun değil ancak incecik bir fotomodel gibi görünme baskısı da aynı şekilde kadına zarar verir hale geldi.
Erkekler çoğu zaman ancak sağlıkları söz konusu olduğunda diyet disiplini içinde oluyorlar. Kadınlar ise görselliğin çok fazla konuşulduğu bir dünyada hem kadın hem de erkekler tarafından acımasız eleştiriye maruz kalabiliyorlar. Üstelik kadınların kilo vermesi ve bunu koruması erkeklerden daha zor. İki cinsiyet arasında bedenen, ruhen ve sosyal açıdan farklar olduğuna dikkat çeken Uzman Diyetisyen Dilara Koçak, kadın ve erkeklerin farklı şekilde kilo alıp verme nedenlerini şu şekilde sıralıyor:
Östrojen Hormonu Nedeniyle Kadın Bedeni Daha Yağlı
Kadınlık hormonu olan östrojen nedeniyle kadın daha yağlıdır, kas oranı erkeğe göre daha düşüktür ve bu yüzden metabolizma da daha yavaştır. Bu yüzden kadın daha çabuk kilo alır.
Adet dönemi, hamilelik, emzirme ve menapoz bedeni kontrol etmeyi zorlaştırıyor
Kadınların hormon değişimlerinin ilk adet göreme tarihinden itibaren kadını yoğun şekilde etkilediğine dikkat çeken Uzman Diyetisyen Dilara Koçak, “Her ay bireye göre değişmekle birlikte kadının duygu durumu, iştahı, bedenindeki ödem adet görme günlerinde değişiklik göstererek kadını zorlar. Hamilelik, emzirme, menapoz gibi dönemler yine kadının hormonal değişimlere uğradığı, bedenini kontrol etmekte zorlandığı ve kilo almaya eğilimli olduğu zamanlar olarak karşımıza çıkar” diyor.
Kadınlar duygusal olarak erkeklere göre daha hassas bu yüzden fizyolojik açlık ile psikolojik açlığın birbirine karıştığı, terk edilme, yalnızlık, üzüntü, stres, kayıplar, aldatılma gibi duygular kadında daha yüksek etki yaratıp yemeğe yönelmesine sebep olabiliyor.
Ev Hanımları Daha Kilolu
İş hayatı, erkek arkadaşları, spor zamanı gibi kendine özgü zamanı ve sosyal çevresini erkek daha rahat hatta bazen bencilce yönetebiliyor. Oysa kadın her zaman bu kadar özgür davranamıyor. Çalışan kadın için de çalışmayan kadın için de ev ve çocuk sorumluğu ile eşe odaklı yaşamak çoğunlukla daha önde geliyor. Bununla birlikte, kilolu olma durumu eğitim seviyesi düştükçe, yaş ilerledikçe artıyor. Ev hanımlarının da çalışan kadınlara göre daha kilolu olduğu biliniyor. Uzman Diyetisyen Dilara Koçak, ‘saçını süpürge eden kadın’ın kilo alma eğiliminde olduğuna dikkat çekiyor.
Kendine öncelik veremeyen başkalarına öncelik veren, bir anlamda kendi değerine sahip çıkamayan kadın değersizlik duygusu ve bilinçaltı oyunları ile aslında tam tersini istese de yediklerini kontrol edemiyor. Araştırmalara göre kendini birinci sıraya koyamayan başkaları için yaşayan bireylerin obez olma eğilimi daha yüksek.
Eş, eşin ailesi, çocuklar, ev, alışveriş, yemek, temizlik eğer varsa çalışma hayatı kadının ilk akla gelen sorumlukların oluşturuyor. Bunların hepsini başarıyla yöneten kadına bir de fotomodel ölçülerinde ince olması stresi yüklendiğinde durum pek de adil görünmüyor. Uzman Diyetisyen Dilara Koçak, “Aslında sağlık açısından herkesin incecik olması gerekmiyor. Bedenen sağlıklı olan iyi beslenen dengeli bir yaşam süren bir bireyin 3-4 kg fazlasının olması stres haline gelmemeli,” diyor.
58 Yaşındaki Kadın, 28 Yaşındaki Kilosunu Hedeflememeli
Kilo fazlalığı olan kadının bu durumu çözerken esnek bir bakış açısında olması, kendisi hakkındaki değerlendirmeyi gerçekçi yapması ve hedefi doğru belirlemesi gerekiyor. Uzman Diyetisyen Dilara Koçak, doğru değerlendirmeyi yapmak için kadınların dikkat etmesi gereken konuları şu sözlerle açıklıyor:
“58 yaşında bir kadının 28 yaşındaki kilosunu hedeflemesi veya son 5 yılda 60–65 kg aralığında iken 1 aylık sıkı bir diyetle 58 kiloyu hedeflemesi doğru yaklaşımlar olmaz. Bu durum sağlığı olumsuz etkiler bireyin duygu durumunu bozar. Uygulanacak beslenme modeli bireyin hem ruhunu hem bedenini tatmin etmeli aksi takdirde kamp hayatı gibi geçen diyet dönemi bitince verilen tüm kilolar geri geliyor. Ruhu beslemek sevilen besinleri de yiyebilmek bir anlamda içimizdeki çocuğu da memnun etmek önemli.”
27 Şubat 2014 Perşembe
Artık saçlarınız dökülse de dert değil
Saç dökülmesinin sebepleri genellikle aşırı stres, vücuttaki hormonal değişiklikler ve ya çeşitli tıbbi tedavilerdir. Bu durum genellikle aniden ortaya çıkar ve birçok kadında 6 ay içinde düzelir, çok az kadında kronik bir problem haline gelir.
Çok endişeli ve sinirsel olarak zayıf kadınlarda saç dökülmesi kelliğe kadar varabilir. Neyse ki kadınlarda erkelerin aksine telojen dönemi geçici olabiliyor ve genellikle saçlar yeniden büyümeye başlıyor. Herkesin yaşamının yüzde 15’lik bir kısmında telojen (saç büyümesi siklusunda dinlenme safhası) yaşanıyor. Aşırı stres ve sinirsel hastalıklar bunun tetikleyicisi oluyor. Yaklaşık 3 ay boyunca kadınlarda saç dökülmesi aşırı derecede artıyor. Yeni saçlar büyüyene kadar saçlar oldukça azalabiliyor. Yetişkinlerin birçoğu bu saç dökülmesi sorununu yaşamıştır. Saçlarını tararken, taraklarında kalan bir dolu saça üzüntüyle bakmıştır. Bu dönemler genellikle çok stresli oldukları dönemler rast gelir.
Kadınlarda görülen saç dökülmesinin bir diğer çeşidi de hormonlardan kaynaklanan genetik saç dökülmesi. Annelerinden ya da babalarından geçen genler yüzünden tıpkı irsi bir hastalık gibi yaşanıyor. Kadınlarda genellikle 40 yaşından sonra ortaya çıkıyor ve maalesef telojen dönemi gibi kendiliğinden geçmiyor.
Araştırmalar kadınların yüzde 13’ünün menopoz öncesi ve ya sonrası dönemlerde bu tür saç dökülmeleriyle karşılaştıklarını gösteriyor, 65 yaş üzeri kadınlarda ise bu genetik dökülmeler yüzde 75’lere kadar çıkıyor.
Genetik saç kelleşmesi
Genetik olan bu saç dökülmeleri kadınların ver erkeklerin vücudunda bulunan ve ailelerinden gelen ortak genler yüzünden ortaya çıkıyor. Bu genleri vücudunda daha fazla toplamış insanlar daha çok saç dökülmesi problemi yaşıyor ve bu sorun kelliğe kadar varabiliyor.
Kadınlarda saç dökülmesinin bir diğer nedeni de, aloepsi denilen ve toplumun sadece yüzde 2’sinde görülen bir durum. Bu durumda saç hücreleri kandaki akyuvarlar tarafından saldırıya uğraması. Bu durumda saçlar yavaş yavaş zayıflıyor ve zamanla saç büyümesi tamamen duruyor.
Saç dökülmesine karşı herkesin bir yöntemi vardır. Fakat şunu aklınızdan çıkarmayın, duyduğunuz her tedavi işe yaramaz hatta az olan saçlarınızı da kaybedebilirsiniz. Kellikle yaşamaya alışın demiyoruz, fakat yanlış tedavilerden kaçının. Kellikle baş etmek için kozmetik çözümlere başvurabilirsiniz ya da saç ektirme gibi tıbbi yöntemleri deneyebilirsiniz.
Saç dökülmesi günümüzde ilaçla tedavi edilebilir durumda. Kan basıncınızı düzenleyecek ve sizi stresin yan etkilerinden kurtararak saç büyümesini hızlandırabilecek ilaçlar ve kremler mevcut. Bunun için öncelikle bir doktora başvurmalısınız. Bunun yanında bir de cerrahi gerektiren yöntemler var.
Cerrahi operasyonlarla saç dökülmesi tamamen durdurulabiliyor hatta saçların büyümesi hızlandırılabiliyor. Ama yine de bunlar ciddi şekilde düşünülmesi gereken yöntemler.
Saç nakli
Bunun için vücudunuzun herhangi bir yerinden saç kökleri alınarak, kelleşen bölgelere ekiliyor. Bazen bu yöntem için iğne kullanılıyor. Bir çok kadın bu yöntemle hemen bütün sorunlarının bitmesini istiyor fakat böyle bir şey mümkün değil, yapay köklerin ekilmesinde sağlanan başarı kadınların istediği kadar büyük değil.
Kafa derisini küçültme
Bu yöntemde kelleşen bölgeleri yok etme mantığı var. Kafanızda hala saç olan bölgeleri esneterek kel bölgeleri azaltılmaya çalışılıyor.
Unutulmaması gerekenler
• Kadınlarda saç dökülmeleri genellikle geçici nedenlerden kaynaklanır. Bu yüzden genel sağlığınızı kontrol edin ve sabırlı olun.
• Ailenize bir göz atın ve kelleşme riskinizi öğrenin.
• Mucizevi ilaçlardan çok fazla medet ummayın. Unutmayın ki kadınların kelleşmesinin henüz bir çaresi bulunamadı.
• Birçok kadında kozmetik ürünleri, kullandıkları şapkalar kelliğe ve saç dökülmesine yol açabiliyor. Sizinkileri iyi seçin.
Çok endişeli ve sinirsel olarak zayıf kadınlarda saç dökülmesi kelliğe kadar varabilir. Neyse ki kadınlarda erkelerin aksine telojen dönemi geçici olabiliyor ve genellikle saçlar yeniden büyümeye başlıyor. Herkesin yaşamının yüzde 15’lik bir kısmında telojen (saç büyümesi siklusunda dinlenme safhası) yaşanıyor. Aşırı stres ve sinirsel hastalıklar bunun tetikleyicisi oluyor. Yaklaşık 3 ay boyunca kadınlarda saç dökülmesi aşırı derecede artıyor. Yeni saçlar büyüyene kadar saçlar oldukça azalabiliyor. Yetişkinlerin birçoğu bu saç dökülmesi sorununu yaşamıştır. Saçlarını tararken, taraklarında kalan bir dolu saça üzüntüyle bakmıştır. Bu dönemler genellikle çok stresli oldukları dönemler rast gelir.
Kadınlarda görülen saç dökülmesinin bir diğer çeşidi de hormonlardan kaynaklanan genetik saç dökülmesi. Annelerinden ya da babalarından geçen genler yüzünden tıpkı irsi bir hastalık gibi yaşanıyor. Kadınlarda genellikle 40 yaşından sonra ortaya çıkıyor ve maalesef telojen dönemi gibi kendiliğinden geçmiyor.
Araştırmalar kadınların yüzde 13’ünün menopoz öncesi ve ya sonrası dönemlerde bu tür saç dökülmeleriyle karşılaştıklarını gösteriyor, 65 yaş üzeri kadınlarda ise bu genetik dökülmeler yüzde 75’lere kadar çıkıyor.
Genetik saç kelleşmesi
Genetik olan bu saç dökülmeleri kadınların ver erkeklerin vücudunda bulunan ve ailelerinden gelen ortak genler yüzünden ortaya çıkıyor. Bu genleri vücudunda daha fazla toplamış insanlar daha çok saç dökülmesi problemi yaşıyor ve bu sorun kelliğe kadar varabiliyor.
Kadınlarda saç dökülmesinin bir diğer nedeni de, aloepsi denilen ve toplumun sadece yüzde 2’sinde görülen bir durum. Bu durumda saç hücreleri kandaki akyuvarlar tarafından saldırıya uğraması. Bu durumda saçlar yavaş yavaş zayıflıyor ve zamanla saç büyümesi tamamen duruyor.
Saç dökülmesine karşı herkesin bir yöntemi vardır. Fakat şunu aklınızdan çıkarmayın, duyduğunuz her tedavi işe yaramaz hatta az olan saçlarınızı da kaybedebilirsiniz. Kellikle yaşamaya alışın demiyoruz, fakat yanlış tedavilerden kaçının. Kellikle baş etmek için kozmetik çözümlere başvurabilirsiniz ya da saç ektirme gibi tıbbi yöntemleri deneyebilirsiniz.
Saç dökülmesi günümüzde ilaçla tedavi edilebilir durumda. Kan basıncınızı düzenleyecek ve sizi stresin yan etkilerinden kurtararak saç büyümesini hızlandırabilecek ilaçlar ve kremler mevcut. Bunun için öncelikle bir doktora başvurmalısınız. Bunun yanında bir de cerrahi gerektiren yöntemler var.
Cerrahi operasyonlarla saç dökülmesi tamamen durdurulabiliyor hatta saçların büyümesi hızlandırılabiliyor. Ama yine de bunlar ciddi şekilde düşünülmesi gereken yöntemler.
Saç nakli
Bunun için vücudunuzun herhangi bir yerinden saç kökleri alınarak, kelleşen bölgelere ekiliyor. Bazen bu yöntem için iğne kullanılıyor. Bir çok kadın bu yöntemle hemen bütün sorunlarının bitmesini istiyor fakat böyle bir şey mümkün değil, yapay köklerin ekilmesinde sağlanan başarı kadınların istediği kadar büyük değil.
Kafa derisini küçültme
Bu yöntemde kelleşen bölgeleri yok etme mantığı var. Kafanızda hala saç olan bölgeleri esneterek kel bölgeleri azaltılmaya çalışılıyor.
Unutulmaması gerekenler
• Kadınlarda saç dökülmeleri genellikle geçici nedenlerden kaynaklanır. Bu yüzden genel sağlığınızı kontrol edin ve sabırlı olun.
• Ailenize bir göz atın ve kelleşme riskinizi öğrenin.
• Mucizevi ilaçlardan çok fazla medet ummayın. Unutmayın ki kadınların kelleşmesinin henüz bir çaresi bulunamadı.
• Birçok kadında kozmetik ürünleri, kullandıkları şapkalar kelliğe ve saç dökülmesine yol açabiliyor. Sizinkileri iyi seçin.
Aşkınız paraya kurban gitmesin!
İlişkide kadının erkekten daha çok kazanması ya da erkeğin mesleğinin kadının mesleği kadar cazip olmaması ilişkileri nasıl etkiliyor?
Mum ışığında yenen muhteşem bir akşam yemeğinin büyüsü, yemek bitiminde masaya gelen hesapla bozulur." Gün geçtikçe gerçek hayatta daha sık karşılaşılan bu senaryo, artık masaya gelen hesabı, erkeklerden çok kadınların ödemesinden kaynaklanıyor. "Kadınların eş ya da sevgililerinden daha yüksek gelire sahip olması günümüz koşullarında artık tuhaf karşılanmamalı" diyen Meeting Your Match - Diğer Yarınızı Bulmak) kitabının yazarı Jackie Black, ekliyor: "Her ne kadar kadınların daha çok kazanması durumuna artık alışılması gerekiyorsa da, erkeklerin toplumda 'eve ekmek getiren kişi' olma sorumluluğu iyice yerleşmiş ve hâlâ birçok kadın bu kalıplaşmış fikirle savaşmak zorunda kalıyor."
20–30 yaş arasındaki kadınların konuyla ilgili yaklaşımları incelendiğinde ortaya şu sonuç çıkıyor; kadınlar para konusunda gelirle paralel harcama yapılmasına karşı değil. Ancak maddi özgürlükleri her ne kadar ellerinde olsa da, eşleri ya da sevgilileri tarafından daha çok ilgi görme ve korunma ihtiyacında olduklarını gizlemiyorlar.
Tabii ilişkiler ve para dengesi bu kadarla sınırlı değil. Biz ilişkilerin ve duyguların para yüzünden zedelenmesinden söz ededuralım, kadınların bir kısmı da flört ettikleri erkekleri hiçbir duygusal bağ söz konusu olmaksızın direkt olarak cebindeki paraya göre değerlendiriyor. Para avcısı bu kadınlar içinse terapist Susan Axtell erkekleri uyarıyor: "Sahip olduğunuz parayı ne kadar göz önüne sererseniz, karşınızdaki kadının arzusunun size değil paranıza karşı olması ihtimalini o kadar çok doğurursunuz."
Bunların yanı sıra, bazen paranın, daha derin problemler yaşayan ilişkilerde paratoner fonksiyonu gördüğü de bir gerçek. Psikolog Christine Whelan'a göre ilişkide duygusal tatminsizlikler yasayan kadınlar, eşlerinin başarısız kariyerlerini ve az kazanıyor olmalarını mutsuzluklarının sebebi olarak görmeye meyilli olabiliyorlar.
Bu problemi çözmek içinse uzmanlar genellikle aynı yöntem üzerinde duruyor; erkeğinizin para konusunda sizden güçsüz olduğunu olabildiğince hissettirmemeye çalışmak. Ona, mesleğine saygı duyduğunuzu söylemeli, ilişkinizin mutlu ve sorunsuz devam ediyor olmasının parasal değil duygusal yoğunlukla ilgili olduğunu hatırlatmalısınız. Bunu yapabilecek olduktan sonra birlikte olduğunuz erkeğin ne kadar para sahibi olmasını istediğinize karar verip ilişkilerinizi o yönde seçmekse tamamen size ve keyfinize kalmış.
Mum ışığında yenen muhteşem bir akşam yemeğinin büyüsü, yemek bitiminde masaya gelen hesapla bozulur." Gün geçtikçe gerçek hayatta daha sık karşılaşılan bu senaryo, artık masaya gelen hesabı, erkeklerden çok kadınların ödemesinden kaynaklanıyor. "Kadınların eş ya da sevgililerinden daha yüksek gelire sahip olması günümüz koşullarında artık tuhaf karşılanmamalı" diyen Meeting Your Match - Diğer Yarınızı Bulmak) kitabının yazarı Jackie Black, ekliyor: "Her ne kadar kadınların daha çok kazanması durumuna artık alışılması gerekiyorsa da, erkeklerin toplumda 'eve ekmek getiren kişi' olma sorumluluğu iyice yerleşmiş ve hâlâ birçok kadın bu kalıplaşmış fikirle savaşmak zorunda kalıyor."
20–30 yaş arasındaki kadınların konuyla ilgili yaklaşımları incelendiğinde ortaya şu sonuç çıkıyor; kadınlar para konusunda gelirle paralel harcama yapılmasına karşı değil. Ancak maddi özgürlükleri her ne kadar ellerinde olsa da, eşleri ya da sevgilileri tarafından daha çok ilgi görme ve korunma ihtiyacında olduklarını gizlemiyorlar.
Tabii ilişkiler ve para dengesi bu kadarla sınırlı değil. Biz ilişkilerin ve duyguların para yüzünden zedelenmesinden söz ededuralım, kadınların bir kısmı da flört ettikleri erkekleri hiçbir duygusal bağ söz konusu olmaksızın direkt olarak cebindeki paraya göre değerlendiriyor. Para avcısı bu kadınlar içinse terapist Susan Axtell erkekleri uyarıyor: "Sahip olduğunuz parayı ne kadar göz önüne sererseniz, karşınızdaki kadının arzusunun size değil paranıza karşı olması ihtimalini o kadar çok doğurursunuz."
Bunların yanı sıra, bazen paranın, daha derin problemler yaşayan ilişkilerde paratoner fonksiyonu gördüğü de bir gerçek. Psikolog Christine Whelan'a göre ilişkide duygusal tatminsizlikler yasayan kadınlar, eşlerinin başarısız kariyerlerini ve az kazanıyor olmalarını mutsuzluklarının sebebi olarak görmeye meyilli olabiliyorlar.
Bu problemi çözmek içinse uzmanlar genellikle aynı yöntem üzerinde duruyor; erkeğinizin para konusunda sizden güçsüz olduğunu olabildiğince hissettirmemeye çalışmak. Ona, mesleğine saygı duyduğunuzu söylemeli, ilişkinizin mutlu ve sorunsuz devam ediyor olmasının parasal değil duygusal yoğunlukla ilgili olduğunu hatırlatmalısınız. Bunu yapabilecek olduktan sonra birlikte olduğunuz erkeğin ne kadar para sahibi olmasını istediğinize karar verip ilişkilerinizi o yönde seçmekse tamamen size ve keyfinize kalmış.
Seks kalp hastalarının yeni ilacı
Kalp hastalığı cinselliğe engel değil!
Hattat Hastanesi Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Halim Hattat, kalp hastalarının en büyük korkularından, çekincelerinden birinin seks yapmak olduğunu, ve bu nedenle kalp-damar hastalığı yaşayan bir çok kişi seksin tehlikeli olduğunu düşünüp cinsellikten tamamen vazgeçtiğini belirtiyor.
Seks kalp hastalarının yeni ilacı
Ancak Prof. Hattat'ın açıklamalarına göre; kalp hastalığının cinselliğe engel olmadığı, hatta kalp performansını yükselterek ömrü uzattığı biliniyor.
Aslında seks için gereken enerji öyle çok fazla değil. Araştırmalar birçok çiftin cinsellik için 5-15 dakika harcadığını gösteriyor. Seks sırasındaki oksijen tüketimi 1 veya 2 kat merdiven çıkmaya eşit. Bir çok kişi için cinsellik için gereken enerji bir eşya taşımak, orta şiddette 20 dakika yürüyüş yapmak, bahçe ve ev işleriyle uğraşmaktan fazla değil.
Normalde cinsellik esnasında kalp hızı dakikada 110-130 atım arasında oluyor. Bu da hafif-orta şiddette yapılan bir egzersize eşit bir rakam. Büyük tansiyon (sistolik kan basıncı) yaklaşık 2 katına yani 120 mm Hg'den ortalama 150-180 mm Hg'ye, bazı durumlarda ise 240 mm Hg'ye kadar çıkabiliyor. Solunum hızı da dakikada 16-18 nefesten yaklaşık 60 nefese çıkıyor. Bu rakamlar erkekler için biraz daha yüksek olabiliyor. Bu durum özellikle erkeğin üstte olduğu pozisyonlarda görülüyor.
Sonuçta cinsel ilişki kalp hastalarına çok fazla yük bindiren bir durum değil. Ancak aldatma gibi stres yaratan durumlarda ve farklı aktivitelerde kalbin üzerindeki yük biraz daha fazla.
Seks kalpten ölümleri arttırır mı?
Oysa cinsel aktivite sonrası içinde kalp krizi geçirme riski veya cinsellik esnasında kalpteki sorunlara bağlı ölümler oldukça nadirdir. Sağlıklı bir kişide seks sonrasında kalp krizi görülme riski yaklaşık 1 milyonda 2.5'tur. Bu rakam daha önce kalp hastalığı geçiren kişilerde 1 milyonda 25'e kadar çıkar. Ancak yine de oldukça düşük bir risk söz konusudur.
Örneğin yapılan bir çalışmaya göre 5500 koroner problemlere bağlı ölümlerin yalnızca %1'i sekse bağlı olarak gelişmiş. Bunların da çoğu evlilik dışı ilişki olduğundan suçluluk, endişe ve acelecilik hislerinin bu ölümlere katkıda bulunduğu düşünülüyor. Ancak özellikle erkekseniz, daha önceden geçirilmiş bir kalp krizi hikayeniz varsa ve aşırı hareketsiz bir hayat tarzı sürüyorsanız riskinizi arttırdığınızı bilmelisiniz.
Hangi pozisyonlar kalbe daha faydalı?
Aslında bazı pozisyonların diğerlerine göre kalbi daha fazla zorladığı çok da doğru değil. Erkek üstte, kadın üstte, yan yana, oral seks ve mastürbasyon arasında bu açıdan bir fark yok. Yani çift olarak seçtiğiniz pozisyonda rahatlık hissetmeniz yeterli. Ancak bazı uzmanlar eğer erkekte bir kalp sorunu varsa yan yana pozisyon veya kadının üstte olduğu pozisyonlar seçilerek erkeğin harcadığı eforun azaltabileceğini düşünüyor. Zamanla doktor kontrolünde yapılan doğru bir egzersiz ve kondüsyon programı ile erkeğin fitness seviyesi düzeltilerek eski pozisyonlara geri dönülebilir.
Kalp hastalığı cinsel sorunları arttırır mı?
Kalbi etkileyen her şey cinselliği de etkiler. Yani kalp damarlarını etkileyecek herhangi bir sorun (şeker hastalığı, yüksek tansiyon, kolesterol problemi, plak oluşumu, sigara kullanımı, aşırı alkol tüketimi, hareketsiz bir yaşam) cinsel bölgeye giden damarlarda da hasar yaratır. Bu nedenle kalp hastalıklarında, şeker problemi, tansiyon ve damar sertliğinde başta sertleşme sorunları olmak üzere çeşitli cinsel sorunları daha sık görülür. İstek azlığı, sertleşme sorunu, tatminsizlik yaşayan erkekte performans endişesi gelişerek kısırdöngü şeklinde sertleşme problemi daha da artabilir.
Kalp ilaçları da cinselliği bozabilir
Kalp hastalıklarında kullanılan ilaçlar cinsel isteği azaltıp sertleşme sorununa neden olabilir. Biz bu durumda eğer hasta için uygunsa kalp hekimi ile görüşüp cinselliği daha az etkileyen ilaçların kullanılıp kullanılamayacağını tartışıyoruz. Ancak bu ilaçların muhakkat kullanılması gerekirse o zaman hastaya bunun hayatı için önemli olduğunu anlatıyoruz. Bu durumda hastalara başka öneriler sunuyoruz. Cinselliğin farklı boyutlarını öğretiyoruz. Bypass sonrasında korkular nedeniyle nitrat grubu ilaçlara psikolojik bir bağımlılık gelişebilir. Bu durumda da psikolojik bir yardım almalarını öneriyoruz. Bazen anksiyete veye depresyona yönelik ilaçlardan yardım alıyoruz.
Sertleşme sorunu görülebilir
Kalp krizi sonrasında sertleşme sorunu hem fiziksel hem psikolojik nedenlerle ortaya çıkabilir. Bir erkek eforlu bir hareket esnasında veya seks yaparken kalp ağrısı yaşıyorsa korkup psikolojik olarak sertleşme sorunu yaşayabilir. Bu durumda damarları rahatlatan nitrat grubu ilaçlar kullanılabilir (ancak bunlar da sertleşme ilaçları ile alınamaz). Kalp krizinden ve ölümden korkmak da, performans endişesi yaratarak sertleşmeyi bozabilir.
Performans ilaçları kullanırken dikkat!
Kalp damar sorunu yaşayan kişilerde sertleşme sorununda kullanılan ilaçlar oldukça yüz güldürücü sonuçlar verebiliyor. Ancak nitrat grubu ilaçları kullanan hastaların bu ilaçları kullanmamaları gerekiyor.
Partnerler moralinizi bozmayın
Kalp krizi yaşayan bir çok kişi endişeli, depresif ve sıkıntılı hisseder, hatta partnerlerinin onları beğenmediğini düşünür. Bir başka durum da partnerin aşırı korumacı hale gelmesidir ki bu durumda hastanın moralini bozar.
Hattat Hastanesi Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Halim Hattat, kalp hastalarının en büyük korkularından, çekincelerinden birinin seks yapmak olduğunu, ve bu nedenle kalp-damar hastalığı yaşayan bir çok kişi seksin tehlikeli olduğunu düşünüp cinsellikten tamamen vazgeçtiğini belirtiyor.
Seks kalp hastalarının yeni ilacı
Ancak Prof. Hattat'ın açıklamalarına göre; kalp hastalığının cinselliğe engel olmadığı, hatta kalp performansını yükselterek ömrü uzattığı biliniyor.
Aslında seks için gereken enerji öyle çok fazla değil. Araştırmalar birçok çiftin cinsellik için 5-15 dakika harcadığını gösteriyor. Seks sırasındaki oksijen tüketimi 1 veya 2 kat merdiven çıkmaya eşit. Bir çok kişi için cinsellik için gereken enerji bir eşya taşımak, orta şiddette 20 dakika yürüyüş yapmak, bahçe ve ev işleriyle uğraşmaktan fazla değil.
Normalde cinsellik esnasında kalp hızı dakikada 110-130 atım arasında oluyor. Bu da hafif-orta şiddette yapılan bir egzersize eşit bir rakam. Büyük tansiyon (sistolik kan basıncı) yaklaşık 2 katına yani 120 mm Hg'den ortalama 150-180 mm Hg'ye, bazı durumlarda ise 240 mm Hg'ye kadar çıkabiliyor. Solunum hızı da dakikada 16-18 nefesten yaklaşık 60 nefese çıkıyor. Bu rakamlar erkekler için biraz daha yüksek olabiliyor. Bu durum özellikle erkeğin üstte olduğu pozisyonlarda görülüyor.
Sonuçta cinsel ilişki kalp hastalarına çok fazla yük bindiren bir durum değil. Ancak aldatma gibi stres yaratan durumlarda ve farklı aktivitelerde kalbin üzerindeki yük biraz daha fazla.
Seks kalpten ölümleri arttırır mı?
Oysa cinsel aktivite sonrası içinde kalp krizi geçirme riski veya cinsellik esnasında kalpteki sorunlara bağlı ölümler oldukça nadirdir. Sağlıklı bir kişide seks sonrasında kalp krizi görülme riski yaklaşık 1 milyonda 2.5'tur. Bu rakam daha önce kalp hastalığı geçiren kişilerde 1 milyonda 25'e kadar çıkar. Ancak yine de oldukça düşük bir risk söz konusudur.
Örneğin yapılan bir çalışmaya göre 5500 koroner problemlere bağlı ölümlerin yalnızca %1'i sekse bağlı olarak gelişmiş. Bunların da çoğu evlilik dışı ilişki olduğundan suçluluk, endişe ve acelecilik hislerinin bu ölümlere katkıda bulunduğu düşünülüyor. Ancak özellikle erkekseniz, daha önceden geçirilmiş bir kalp krizi hikayeniz varsa ve aşırı hareketsiz bir hayat tarzı sürüyorsanız riskinizi arttırdığınızı bilmelisiniz.
Hangi pozisyonlar kalbe daha faydalı?
Aslında bazı pozisyonların diğerlerine göre kalbi daha fazla zorladığı çok da doğru değil. Erkek üstte, kadın üstte, yan yana, oral seks ve mastürbasyon arasında bu açıdan bir fark yok. Yani çift olarak seçtiğiniz pozisyonda rahatlık hissetmeniz yeterli. Ancak bazı uzmanlar eğer erkekte bir kalp sorunu varsa yan yana pozisyon veya kadının üstte olduğu pozisyonlar seçilerek erkeğin harcadığı eforun azaltabileceğini düşünüyor. Zamanla doktor kontrolünde yapılan doğru bir egzersiz ve kondüsyon programı ile erkeğin fitness seviyesi düzeltilerek eski pozisyonlara geri dönülebilir.
Kalp hastalığı cinsel sorunları arttırır mı?
Kalbi etkileyen her şey cinselliği de etkiler. Yani kalp damarlarını etkileyecek herhangi bir sorun (şeker hastalığı, yüksek tansiyon, kolesterol problemi, plak oluşumu, sigara kullanımı, aşırı alkol tüketimi, hareketsiz bir yaşam) cinsel bölgeye giden damarlarda da hasar yaratır. Bu nedenle kalp hastalıklarında, şeker problemi, tansiyon ve damar sertliğinde başta sertleşme sorunları olmak üzere çeşitli cinsel sorunları daha sık görülür. İstek azlığı, sertleşme sorunu, tatminsizlik yaşayan erkekte performans endişesi gelişerek kısırdöngü şeklinde sertleşme problemi daha da artabilir.
Kalp ilaçları da cinselliği bozabilir
Kalp hastalıklarında kullanılan ilaçlar cinsel isteği azaltıp sertleşme sorununa neden olabilir. Biz bu durumda eğer hasta için uygunsa kalp hekimi ile görüşüp cinselliği daha az etkileyen ilaçların kullanılıp kullanılamayacağını tartışıyoruz. Ancak bu ilaçların muhakkat kullanılması gerekirse o zaman hastaya bunun hayatı için önemli olduğunu anlatıyoruz. Bu durumda hastalara başka öneriler sunuyoruz. Cinselliğin farklı boyutlarını öğretiyoruz. Bypass sonrasında korkular nedeniyle nitrat grubu ilaçlara psikolojik bir bağımlılık gelişebilir. Bu durumda da psikolojik bir yardım almalarını öneriyoruz. Bazen anksiyete veye depresyona yönelik ilaçlardan yardım alıyoruz.
Sertleşme sorunu görülebilir
Kalp krizi sonrasında sertleşme sorunu hem fiziksel hem psikolojik nedenlerle ortaya çıkabilir. Bir erkek eforlu bir hareket esnasında veya seks yaparken kalp ağrısı yaşıyorsa korkup psikolojik olarak sertleşme sorunu yaşayabilir. Bu durumda damarları rahatlatan nitrat grubu ilaçlar kullanılabilir (ancak bunlar da sertleşme ilaçları ile alınamaz). Kalp krizinden ve ölümden korkmak da, performans endişesi yaratarak sertleşmeyi bozabilir.
Performans ilaçları kullanırken dikkat!
Kalp damar sorunu yaşayan kişilerde sertleşme sorununda kullanılan ilaçlar oldukça yüz güldürücü sonuçlar verebiliyor. Ancak nitrat grubu ilaçları kullanan hastaların bu ilaçları kullanmamaları gerekiyor.
Partnerler moralinizi bozmayın
Kalp krizi yaşayan bir çok kişi endişeli, depresif ve sıkıntılı hisseder, hatta partnerlerinin onları beğenmediğini düşünür. Bir başka durum da partnerin aşırı korumacı hale gelmesidir ki bu durumda hastanın moralini bozar.
Gelin estetiğinde zamanlama
Her yıl çıkan yeni gelinlik modelleri, farklı şekillerde uygulanan diyetlerin yanı sıra artık gelinlerin yeni gözdesi evlenmeden önce yapılan estetik ameliyatlar... Daha çekici ve sıra dışı olmayı seven tüm gelinler, kendilerini de yenileyerek kusursuz bir hayata merhaba demeye hazırlanıyorlar…
Rinoest Kulak Burun Boğaz ve Estetik Merkezi’nden Op. Dr. Coşkun Şanverdi, gelin adaylarının tercih ettiği ameliyat ve uygulamalar hakkında bilgi vererek bu yılın gelin estetiği hakkında açıklamalarda bulundu.
Zamanlama Çok Önemli
nın önemli olduğunu kaydeden Op. Dr. Coşkun Şanverdi, bazı yöntemlerde iyileşme süresinin biraz uzun olduğu göz önüne alınarak, burun ameliyatının düğünden minimum 1 ay kadar önce yapılması gerektiğini vurguladı. Operasyon sonrası kişide morluk ve şişliğin çok az olduğunu ifade eden Op. Dr. Coşkun Şanverdi, burun ve yüz estetiği ameliyatları sonrasında uygulanmaya başlanan Hiloterapi yönteminin giderek klasik buz uygulamasının yerini almaya başladığını belirtiyor.
Burun estetik ameliyatlarından sonra özellikle gözler çevresinde oluşan şişme ve morarmayı önlemek amacıyla klasik bir yöntem olarak 24-48 saat süre ile belirli aralıklarla yüze buz uygulanması yapılmakta, buzun gerekenden fazla soğuk olması ise hem hastaya rahatsızlık vermekte hem de dokulardaki lenf ve kan dolaşımını olumsuz etkileyebilmekteydi. Yakın zamanda geliştirilen Hiloterapi tekniği buz tedavisine alternatif olarak geliştirilmiş bir uygulamadır.
Op. Dr. Coşkun Şanverdi, gelin estetiğinde zamanlamanın önemine tekrar değinerek, yüz bölgesine uygulanacak operasyonlar için bayanların, ameliyat ve düğün töreni arasındaki zamanlamaya dikkat etmesi durumunda balayında herhangi bir sorunla karşılaşmayacaklarını ifade etti.
Gelin Estetiğinde Trend Bölgeler
Burun estetiği birinci sırada geliyor. Ameliyat ile estetik haricinde; burun ucuna botox enjeksiyonu ile burnu aşağıya çeken kasları aktif kişilerin burun ucunu kaldırmak mümkün olabiliyor. Botox tek başına kullanılabileceği gibi dolgu ile birlikte kullanılıp daha iyi sonuçlar almak mümkün olabilir. Burun sırtındaki çizgiler ve düzensizlikler için yine botox ve dolgu malzemeleri kullanılabilir. Fakat bu yöntemlerin sadece seçilmiş kişilerdeki kimi sorunlar için geçici çözüm olabileceği unutulmamalı, en sağlıklı ve kalıcı sonucun başarılı bir ameliyat ile sağlanabileceği unutulmamalıdır. Tecrübeli ellerde, bilimsel yaklaşımlarla hedeflenen şey sadece görsel olarak güzel bir burun yapmak değil, aynı zamanda mevcut olabilecek fizyolojik kimi sorunların (nefes alma sorunları, sinüzit gibi) aynı seansta düzeltilerek kişinin sağlığına kavuşup hayat kalitesinin arttırılmasıdır.
Kanser riskiniz olabilir
Kadınların yaşadığı bazı jinekolojik sorunlar kanserin ilk belirtileri olabiliyor.
Trakya Üniversitesi (TÜ) Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Petek Balkanlı Kaplan, menopoz sonrası kanamaların mutlaka araştırılması gerektiğini söyledi. Kaplan, yaptığı açıklamada rahim kanserinin, üreme organları kanserleri arasında en sık görüleni olduğunu söyledi.
Rahim kanserinin genellikle 50 yaş üzerindeki kadınlarda menopozdan sonra görüldüğünü söyleyen Kaplan, şöyle devam etti:
“Rahim kanserinin nedeni tam olarak bilinmemekle birlikte, progesteron (yumurtalıklardan salgılanan cinsiyet hormonu) ile karşılanmamış östrojen (kadınlık hormonu) ana risk faktörüdür. Rahim hücreleri uzun süre yüksek dozda östrojene maruz kalırsa kontrolsüz olarak büyür. Önce rahim içi zarı kalınlaşması ve ardından kanser oluşur. Kanser oluş sıklığı hormonal değişikliklerle ilişkilendirilebildiğinden, hormon düzeyini yükselten her koşul kadınlar için risk artırıcı bir durum olabilir.”
Kaplan, rahim kanserindeki diğer risk faktörlerini ise, yumurtalıklarla ilgili problemler, şeker hastalığı, hiç çocuk doğurmamış olmak, menopoza erken yaşta girmek, erken yaşta adet görmeye başlamak, kilo fazlalığı, yüksek tansiyon olarak sıraladı.Rahim kanseri belirtileri
Rahim kanserinin erken evrede pek fazla bulgu vermediğini bildiren Kaplan, “Anormal vajinal kanama ve lekelenme, rahim kanserinin en önemli bulgularıdır. Kanamaların büyük bir kısmı menopoz sonrası kanamalardır. Hastalık ilerledikçe ağrı ortaya çıkabilir. Özellikle menopoz sonrası dönemde bütün kanamalar mutlaka araştırılmalıdır” dedi.
Kaplan, rahim kanserine kesin tanının biyopsi ve patolojik incelemelerin ardından konulduğunu belirtti.Tedavi
Rahim kanserinde tedavi şeklinin ameliyat olduğunu ifade eden Kaplan, şunları kaydetti:
“Operasyonda rahim, yumurtalıklar ve karın içinden sıvı alınması, karnı örten yağlı gözenekli doku ve lenf nodlarının çıkarılması gerekir. İleri vakalarda ilave olarak karın zarı, bağırsaklara tutulmuş kısımları ve etkilenmiş organlar çıkarılabilir.
Erken evrelerde teşhis edilen rahim kanserinin iyileşme şansı yüzde 95'tir. Hastaların büyük kısmı olay rahim dışına ulaşmadan yakalandığından rahmin ve yumurtalıkların çıkarılması, tedavi için yeterli olmaktadır. Daha ilerlemiş vakalarda kanserli dokuların tamamının çıkarılması mümkün olmayabilir. Bu hastalarda ilave kemoterapi ve radyoterapi gerekmektedir.”
Kaplan rahim kanserinden korunmak için normal kiloda olmanın, östrojen tedavisi sırasında progestron kullanmanın, anormal vajinal kanama olduğunda hemen doktora başvurmanın ve düzenli jinekolojik kontrolleri aksatmamanın önemli olduğunu sözlerine ekledi.
Rahim kanserinin genellikle 50 yaş üzerindeki kadınlarda menopozdan sonra görüldüğünü söyleyen Kaplan, şöyle devam etti:
“Rahim kanserinin nedeni tam olarak bilinmemekle birlikte, progesteron (yumurtalıklardan salgılanan cinsiyet hormonu) ile karşılanmamış östrojen (kadınlık hormonu) ana risk faktörüdür. Rahim hücreleri uzun süre yüksek dozda östrojene maruz kalırsa kontrolsüz olarak büyür. Önce rahim içi zarı kalınlaşması ve ardından kanser oluşur. Kanser oluş sıklığı hormonal değişikliklerle ilişkilendirilebildiğinden, hormon düzeyini yükselten her koşul kadınlar için risk artırıcı bir durum olabilir.”
Kaplan, rahim kanserindeki diğer risk faktörlerini ise, yumurtalıklarla ilgili problemler, şeker hastalığı, hiç çocuk doğurmamış olmak, menopoza erken yaşta girmek, erken yaşta adet görmeye başlamak, kilo fazlalığı, yüksek tansiyon olarak sıraladı.Rahim kanseri belirtileri
Rahim kanserinin erken evrede pek fazla bulgu vermediğini bildiren Kaplan, “Anormal vajinal kanama ve lekelenme, rahim kanserinin en önemli bulgularıdır. Kanamaların büyük bir kısmı menopoz sonrası kanamalardır. Hastalık ilerledikçe ağrı ortaya çıkabilir. Özellikle menopoz sonrası dönemde bütün kanamalar mutlaka araştırılmalıdır” dedi.
Kaplan, rahim kanserine kesin tanının biyopsi ve patolojik incelemelerin ardından konulduğunu belirtti.Tedavi
Rahim kanserinde tedavi şeklinin ameliyat olduğunu ifade eden Kaplan, şunları kaydetti:
“Operasyonda rahim, yumurtalıklar ve karın içinden sıvı alınması, karnı örten yağlı gözenekli doku ve lenf nodlarının çıkarılması gerekir. İleri vakalarda ilave olarak karın zarı, bağırsaklara tutulmuş kısımları ve etkilenmiş organlar çıkarılabilir.
Erken evrelerde teşhis edilen rahim kanserinin iyileşme şansı yüzde 95'tir. Hastaların büyük kısmı olay rahim dışına ulaşmadan yakalandığından rahmin ve yumurtalıkların çıkarılması, tedavi için yeterli olmaktadır. Daha ilerlemiş vakalarda kanserli dokuların tamamının çıkarılması mümkün olmayabilir. Bu hastalarda ilave kemoterapi ve radyoterapi gerekmektedir.”
Kaplan rahim kanserinden korunmak için normal kiloda olmanın, östrojen tedavisi sırasında progestron kullanmanın, anormal vajinal kanama olduğunda hemen doktora başvurmanın ve düzenli jinekolojik kontrolleri aksatmamanın önemli olduğunu sözlerine ekledi.
26 Şubat 2014 Çarşamba
Vakıf Taşdelen 15 Litre Cam Damacana Artık Mutfaklarda
Hayatımızdaki önemi nedeniyle içeceğimiz suyu seçerken çok titiz davranıyoruz.
Bunun için de suyumuzun özellikle cam ambalajda olmasını tercih ediyoruz.
Uzun yıllardır bu hassasiyetle suyu bize cam şişelerde ulaştıran Vakıf Taşdelen’den beklenen yepyeni ürün işte karşınızda.
Vakıf Taşdelen 3 litrelik cam şişesinin yanısıra şimdi de 15 litre cam damacanada.
Tabii konu sağlık olduğu için Vakıf Taşdelen bu yeni ürününde bütün ayrıntıları da düşündü.
Vakıf Taşdelen 15 litre cam damacanayı sipariş ettiğinizde, BPA içermeyen sağlıklı pompanızı, cam boru seçeneğiyle tercih edebiliyorsunuz. Kısaca sağlıklı cam damacanayı, sağlıklı cam boru ile kullanabiliyorsunuz.
Cam damacanın diğer bir özelliği de plastik olmayan, özel sağlıklı kapağı…
Ayrıca Vakıf Taşdelen 15 litre cam damacanayı, gün ışığını kırarak suya olumsuz etkisiniz azaltan özel tasarım koruma ve taşıma kasası ile birlikte kullanabiliyorsunuz.
Siz de sevdikleriniz için Vakıf Taşdelen 15 litre cam damacanayı tercih edin,
hayatınızda sağlıklı suya yer açın.
Vakıf Taşdelen Facebook
Vakıf Taşdelen Twitter
Vakıf Taşdelen Web
Bir boomads advertorial içeriğidir.
-->
Bunun için de suyumuzun özellikle cam ambalajda olmasını tercih ediyoruz.
Uzun yıllardır bu hassasiyetle suyu bize cam şişelerde ulaştıran Vakıf Taşdelen’den beklenen yepyeni ürün işte karşınızda.
Vakıf Taşdelen 3 litrelik cam şişesinin yanısıra şimdi de 15 litre cam damacanada.
Tabii konu sağlık olduğu için Vakıf Taşdelen bu yeni ürününde bütün ayrıntıları da düşündü.
Vakıf Taşdelen 15 litre cam damacanayı sipariş ettiğinizde, BPA içermeyen sağlıklı pompanızı, cam boru seçeneğiyle tercih edebiliyorsunuz. Kısaca sağlıklı cam damacanayı, sağlıklı cam boru ile kullanabiliyorsunuz.
Cam damacanın diğer bir özelliği de plastik olmayan, özel sağlıklı kapağı…
Ayrıca Vakıf Taşdelen 15 litre cam damacanayı, gün ışığını kırarak suya olumsuz etkisiniz azaltan özel tasarım koruma ve taşıma kasası ile birlikte kullanabiliyorsunuz.
Siz de sevdikleriniz için Vakıf Taşdelen 15 litre cam damacanayı tercih edin,
hayatınızda sağlıklı suya yer açın.
Vakıf Taşdelen Facebook
Vakıf Taşdelen Twitter
Vakıf Taşdelen Web
Bir boomads advertorial içeriğidir.
-->
Göbeğinizden kurtulmaya ne dersiniz?
Göbeğiniz oturduğunuzda akordeon misali kat kat katlanıyorsa ve bu durum sizi rahatsız ediyorsa, ondan kurtulmak için diyet ya da egzersiz tek başlarına yeterli olmayacaktır. İşte göbek eritmenin sırları...
İnce bir vücuda sahip olduğu halde göbeğinden yakınanlara veya ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar göbeklerini bir türlü eritemeyenlere sıkça rastlarsınız. Hatta bazıları, televizyonlarda reklamı yapılan ilginç görünümlü karın çalıştıran aletlerden satın bile almıştır, ama tabii bunların istenilen randımanı veremediklerini anlamaları da uzun sürmez.
Aslında 'göbek problemi', kulaktan dolma diyet ve egzersiz yöntemleriyle çözümlenemeyecek kadar önemli bir sorun. Bu konuda uzman önerileri doğrultusunda hareket etmek ve sabır göstermek, 'sıkı ve düz bir karna sahip olmanın' anahtarı. İstenilen ölçülerde, düzgün ve orantılı bir vücuda sahip olmak ve göbeğinizden kurtulmak için şunlara dikkat etmeniz gerekiyor:
Beslenme:
Düz bir karın istiyorsanız, dikkat etmeniz gereken en önemli nokta 'beslenme' konusudur. Yağlardan kurtulmak için öncelikle kan şekeri seviyesini kontrol altına almanız gerekiyor. Bu da en iyi günde 4-6 öğünle sağlanır. Tabii 6 öğün deyince aklınıza, masalar dolusu yemek gelmesin. Bir öğün, sebzeli bir omlet de olabilir, meyve doğradığınız bir mısır gevreği de, ya da yarım fincan pilavla bir parça tavuk ve bolca salata veya bir elma. Temel olarak üç ana ve üç ara öğün tüketebilirsiniz. Burada amaç, az ama sık yemektir. Böylece ihtiyacınız kadar protein ve karbonhidrat ve az miktarda da yağ tüketmiş olursunuz. Oranlar
Alınan kalorilerin yüzde 80'inin karbonhidratlardan gelmesi halinde, sıkı ve düz bir karna sahip olmak pek mümkün olmuyor. Oranlar değişebilir, ama kalorilerin yüzde 55'inden fazlasının karbonhidrattan alınması, vücuttaki yağdan kurtulmada pek yardımcı olmaz. Vücut tolere edebiliyorsa, az miktarda karbonhidrat alarak diyet yapılabilir. Önemli olan, yüzde 55 sınırını aşmamaktır
Zamanlama
Bünyeye giren yağ miktarı azaldıkça, vücut bir tür alarma geçerek, alınan yağı depolamaya çalışır. Bu nedenle gün içinde her 2-3 saatte bir, bir şeyler yenilmesi öneriliyor. Bu, vücuttaki yağı yakmaya yardımcı olur.
Kalori
Yukarıda belirtilenlerin hepsini uyguladığı halde, yine de düz bir karna sahip olamayanlar, kilolarını sabit tutmak için günde kaç kalori alacaklarını öğrenmeleri gerekiyor. Bunu da biraz uğraşıp deneme yoluyla öğrenebilirsiniz. Ayrıca, tükettiğiniz toplam kaloriyi, kaç gram protein, karbonhidrat ve yağı tükettiğinizi de belirleyip yazmalısınız.
Kalori azaltma
Kiloyu sabit tutmak için alınması gereken günlük kalori miktarı bulunduktan sonra, alınan kalori miktarının 200 kalori kadar azaltılması gerekiyor. Hedef, yiyebildiğiniz kadar yiyip, yine de yağ yakmaya devam etmek ama bu arada da kas kaybına uğramamaktır. Olabildiğince az yemeyi hedeflerseniz, elde edeceğiniz tek şey metabolizmanızı yavaşlatmak ve kas dokusundan kaybetmek olacaktır. İlk hafta sonra verdiğiniz, kilodan çok, vücutta birikmiş su olacaktır. Esas ondan sonra kilo vermeye başlarsınız.
Tutarlılık
Haftanın 6 günü bu program uygulanıp, haftada bir gün istenilen bir besinden bir porsiyon tüketilebilir. Ancak burada önemli olan şey abartmamaktır. Çünkü abartmanız halinde kan şekeri seviyesi tekrar yükselebilir ki, bu da yağ yakmanızı durdurur.
Ağırlık çalışması
Haftada 2-3 kez yapılacak 35 dakikalık (bir saate de çıkılabilir) ağırlık çalışması, hem vücuttaki kas kütlesini, hem de metabolizma hızını arttırır; çünkü kas, yağdan daha çok kalori yakar. Bu şekilde günde fazladan 30 ila 50 kalori yakabilirsiniz. Ağırlık çalışmasına karın egzersizlerini de dahil etmelisiniz. Böylece bir yandan vücudunuzdaki yağ miktarını azaltırken, diğer yandan da karnınızı sıkılaştırmış olursunuz. Kardiyovasküler egzersizler: Haftada 3 ila 5 gün, 30-40 dakikalık orta yoğunlukta kardiyo egzersizleri (yürüyüş, koşu, yüzme, bisiklet vs) yapılması da önerilenler arasında. Başlangıç seviyesindekiler, egzersizin yoğunluğunu kademeli olarak arttırmalılar. Eğer zaten belli bir seviyedeyseniz, haftanın iki günü daha yoğun program uygulayabilirsiniz. Bunu düzenli uygular, yediklerinize dikkat eder ve bu rutini her 3-4 haftada bir değiştirirseniz, düz bir karna sahip olabilirsiniz.
Kadınlar neden depresyon pençesinde?
Cinsel kimlik rolü kadını depresyona daha yatkın kılıyor.
Depresyon kadınları vuruyor!
Depresyonun tüm toplumlarda kadınlarda daha sık görüldüğünü söyleyen Psikiyatri Uzmanı Dr. Dilara Karahan, 'Şikayeti olan kadınlar, sorunlarına çözüm bulmak için uzman birine başvurma eğilimi içindedirler. Erkekler ise yardım konusunda daha isteksiz olurlar ve genellikle alkole başvurarak sorunu çözme eğilimi yüksektir' diye söylüyor.
'Yapılan çalışmalar, kadında ebeveynlikle ilgili olayların ve ilişki sorunlarının ruhsal durum üzerindeki etkisinin, erkeklerden daha yüksek olarak göstermiştir' diyen Karahan, kadınların en özel dönemlerinden olan hamilelik sürecinde yaşanan depresyon hakkında şunları söyledi:
'Ebeveynliğin başlangıç dönemi olan hamilelik ve sonrasındaki annelik sorumluluğu oldukça uzun bir dönemdir. Hamilelik döneminde genel inanç, bu dönemin duygusal açıdan son derece rahat bir dönem olduğudur. Fakat yaşanan hormonal değişiklikler, sorumlulukların artması, bedensel değişimler bazı gebe kadınları olumsuz etkilemekte ve depresyona zemin hazırlamaktadır.
Depresyonun, genel olarak 25-44 yaş arasında artış oranı yüksektir. Daha önce depresyon geçiren kadınların, hamilelik dönemi yaşarken tekrar depresyona girme oranı yüksektir.
Gebelikte, zaman zaman gebeliğin belirtileri ile depresyon belirtisi birbirine karışabilir. Gebelikte; uyku değişikliği, iştah değişikliği, kilo kaybı, yorgunluk, duygusallık gibi değişimlere sık rastlanır. Depresyonda da buna benzer belirtiler vardır. Bu sebeple, hamilelik döneminde depresyon tanısı koymak oldukça zordur. Genel olarak hamilelikte depresyon kadının gebelik haberini aldıktan sonraki 3 ay içinde çok daha sıklıkla görülür.Bu sebeple, ilgili kişinin çevresi tarafından bu dönemde iyi gözlemlenmesi gerekir.
Bu durumun depresyon olarak algılanabilmesi için bu kişilerde duygudurum değişimlerine bakılır. Kadın, 15 gün ve üstü zamanda büyük bir karamsarlık içinde olur, isteksizdir, hayattan zevk almaz, suçluluk ve yetersizlik duygusu yaşar ve şiddetli sıkıntı hali içindedir. Kadında özellikle, taşıdığı bebekle ilgili kaygılar oluşur. Bunun yanısıra hamile kadınların, yüzde 64'ünün vücudunun farklı bölgelerinde, nedeni belirsiz homatik ağrılar görülür. Baş ağrısı, mide ağrısı ve karın ağrısı gibi belirtiler gebelik depresyonu içinde sıkça görülür.
Gebelik döneminde, kadınların yüzde 40'ından fazlasında ölüm yani kendine zarar verme düşüncesi belirebiliyor. Bu kişiler, intihara eğilimlidir. Bunun yanı sıra bebeği kaybetme düşüncesi, bebeğin sağlığı ile ilgili kaygılar, daha önce mevcut düşüklerin tekrarlanması düşüncesi, ani ilişki problemleri, çiftin içinde bulunduğu sosyo-ekonomik durum, iş kaybı gibi endişeler depresyon döneminde kadını oldukça zorlar.
Hamilelik döneminde, alkol ve sigara kullanımı, kadının depresyona girme ihtimalini artırır. Genel olarak bakıldığında hamilelik depresyonuna, hamilelik sonrası depresyondan daha az rastlanır. Hamilelik dönemindeki depresyon tedavisi, uzman bir psikiyatrist desteği ile kolaylıkla yapılmakta ve kadının sağlıklı bir gebelik ve annelik dönemi geçirmesi sağlanabilmektedir. Bu konuda, uzman psikiyatrisin yapacağı tespitle, hem ilaç hem de terapi ile tedavi yönetilebilir. Hamilelik döneminde kullanılan olan ilaçlar, gebe kadını zaman zaman endişelendirmektedir. Ancak bugün bu dönemde kullandığımız özel ilaçlar bulunmaktadır. Bunlar, hamilelik döneminde anne ve bebeğe tehlike yaratmaz ve gebe kadının ruhsal dünyasında ona rahatlık sağlayarak mutlu bir hamilelik dönemi geçirmesini sağlar.
Hamilelikte, depresyonun tedavisi yapılmaz ise gebenin yaşadığı sıkıntılar ile bebeğini kaybetme ihtimali artar. Bunun yanı sıra kadının yaşadığı duygudurum değişimleri ile hem kendi iç dünyasında hem de aile yaşamında ciddi sıkıntılar oluşabilir.'
Depresyon kadınları vuruyor!
Depresyonun tüm toplumlarda kadınlarda daha sık görüldüğünü söyleyen Psikiyatri Uzmanı Dr. Dilara Karahan, 'Şikayeti olan kadınlar, sorunlarına çözüm bulmak için uzman birine başvurma eğilimi içindedirler. Erkekler ise yardım konusunda daha isteksiz olurlar ve genellikle alkole başvurarak sorunu çözme eğilimi yüksektir' diye söylüyor.
'Yapılan çalışmalar, kadında ebeveynlikle ilgili olayların ve ilişki sorunlarının ruhsal durum üzerindeki etkisinin, erkeklerden daha yüksek olarak göstermiştir' diyen Karahan, kadınların en özel dönemlerinden olan hamilelik sürecinde yaşanan depresyon hakkında şunları söyledi:
'Ebeveynliğin başlangıç dönemi olan hamilelik ve sonrasındaki annelik sorumluluğu oldukça uzun bir dönemdir. Hamilelik döneminde genel inanç, bu dönemin duygusal açıdan son derece rahat bir dönem olduğudur. Fakat yaşanan hormonal değişiklikler, sorumlulukların artması, bedensel değişimler bazı gebe kadınları olumsuz etkilemekte ve depresyona zemin hazırlamaktadır.
Depresyonun, genel olarak 25-44 yaş arasında artış oranı yüksektir. Daha önce depresyon geçiren kadınların, hamilelik dönemi yaşarken tekrar depresyona girme oranı yüksektir.
Gebelikte, zaman zaman gebeliğin belirtileri ile depresyon belirtisi birbirine karışabilir. Gebelikte; uyku değişikliği, iştah değişikliği, kilo kaybı, yorgunluk, duygusallık gibi değişimlere sık rastlanır. Depresyonda da buna benzer belirtiler vardır. Bu sebeple, hamilelik döneminde depresyon tanısı koymak oldukça zordur. Genel olarak hamilelikte depresyon kadının gebelik haberini aldıktan sonraki 3 ay içinde çok daha sıklıkla görülür.Bu sebeple, ilgili kişinin çevresi tarafından bu dönemde iyi gözlemlenmesi gerekir.
Bu durumun depresyon olarak algılanabilmesi için bu kişilerde duygudurum değişimlerine bakılır. Kadın, 15 gün ve üstü zamanda büyük bir karamsarlık içinde olur, isteksizdir, hayattan zevk almaz, suçluluk ve yetersizlik duygusu yaşar ve şiddetli sıkıntı hali içindedir. Kadında özellikle, taşıdığı bebekle ilgili kaygılar oluşur. Bunun yanısıra hamile kadınların, yüzde 64'ünün vücudunun farklı bölgelerinde, nedeni belirsiz homatik ağrılar görülür. Baş ağrısı, mide ağrısı ve karın ağrısı gibi belirtiler gebelik depresyonu içinde sıkça görülür.
Gebelik döneminde, kadınların yüzde 40'ından fazlasında ölüm yani kendine zarar verme düşüncesi belirebiliyor. Bu kişiler, intihara eğilimlidir. Bunun yanı sıra bebeği kaybetme düşüncesi, bebeğin sağlığı ile ilgili kaygılar, daha önce mevcut düşüklerin tekrarlanması düşüncesi, ani ilişki problemleri, çiftin içinde bulunduğu sosyo-ekonomik durum, iş kaybı gibi endişeler depresyon döneminde kadını oldukça zorlar.
Hamilelik döneminde, alkol ve sigara kullanımı, kadının depresyona girme ihtimalini artırır. Genel olarak bakıldığında hamilelik depresyonuna, hamilelik sonrası depresyondan daha az rastlanır. Hamilelik dönemindeki depresyon tedavisi, uzman bir psikiyatrist desteği ile kolaylıkla yapılmakta ve kadının sağlıklı bir gebelik ve annelik dönemi geçirmesi sağlanabilmektedir. Bu konuda, uzman psikiyatrisin yapacağı tespitle, hem ilaç hem de terapi ile tedavi yönetilebilir. Hamilelik döneminde kullanılan olan ilaçlar, gebe kadını zaman zaman endişelendirmektedir. Ancak bugün bu dönemde kullandığımız özel ilaçlar bulunmaktadır. Bunlar, hamilelik döneminde anne ve bebeğe tehlike yaratmaz ve gebe kadının ruhsal dünyasında ona rahatlık sağlayarak mutlu bir hamilelik dönemi geçirmesini sağlar.
Hamilelikte, depresyonun tedavisi yapılmaz ise gebenin yaşadığı sıkıntılar ile bebeğini kaybetme ihtimali artar. Bunun yanı sıra kadının yaşadığı duygudurum değişimleri ile hem kendi iç dünyasında hem de aile yaşamında ciddi sıkıntılar oluşabilir.'
25 Şubat 2014 Salı
Kadınların korkularını giderin
Kıskanç kız arkadaşınızla ilişkiniz bazı nedenlerle geri gidebilir. İşte ilişkinizi nasıl yumuşatabileceğinize dair sizlere öneriler.
1. Uzun Bacaklı İş Arkadaşları
Niçin üzülür:
Seksi ofis arkadaşlarınız gününün yarısını alabilir. Kız arkadaşınız işyeri flörtüne kalkışacağınız endişeleri taşıyabilir.
Korkularını giderin:
Gösterin ve anlatın. Kız arkadaşınızı ofisinizde gezdirin ve iş arkadaşlarınızla tanıştırınız. Masanıza oturduğunuzda kendi fotoğrafını görsün. Böylece iş arkadaşlarınızla flört edebileceği düşüncesi biter ve işteyken bile onu düşündüğünüzü gösterir.
2. Lise Arkadaşlarınızla Buluşma
Neden üzülür:
Kız arkadaşınızla lise yıllarından beri tanışıyorsanız gizli sırlarınızı biliyor demektir. Arkadaşlarınızla dışarı çıktığınızda nereye gittiğiniz konusunda şüpheleri vardır.
Korkularını giderin:
Bir arkadaşınızı maskot olarak anlatın. Romantik olarak değinmeyin. Arkadaşlarınızla buluştuğunuz akşamlarda oyun partilerinize onu da davet edin. Ortamı gördükten sonra aklına takılan sorular olabilir.
3. Kayınvalide
Niçin üzülür:
Annenizin söyledikleri ya da yaptıkları karşısında kırılmış olabilir.
Korkularını giderin:
Kız arkadaşınızla veya eşinizle birlikte hafta sonuna çıkın, annenizin olumlu ve olumsuz yönlerini anlatın. Bu konuda üzülmemesini söyleyin ve anı yaşayın.
4. İnternete Girmek
Niçin üzülür:
Arkadaşlık sitelerine üyeliğiniz ve arkadaşlarınızla ilgili konuşmalarınız onun sizi kıskanmasına ve kırılmasına neden olabilir. Hatta bir hareminiz olduğunu bile düşünebilir.
Korkularını giderin:
Sizin dijital dünyasına girmesine izin verin. Arkadaş listenizi inceledikten sonra bu konudaki korkuları azalacaktır. Ayrıca, kendi sosyal networkünü oluşturmasını sağlayın ve onu arkadaş listenizin ilk başına koyun.
5. Jimnastik Tanrıçası
Neden üzülür:
Jimnastik hocanız çok seksi ve düzgün hatlara sahip olabilir. Bu sebeple kıskanması mümkün. Ona üzülmesinin yanlış olduğunu söyleseniz de kız arkadaşınız daha iyi bilir.
Korkularını giderin:
Spor salonuna onunla gidin ve hocanızla tanıştırın. Siz de hocanızın size göre olmadığını kabul edin ve ona karşı duygusal birşeyler hissetmemeye çalışın.
1. Uzun Bacaklı İş Arkadaşları
Niçin üzülür:
Seksi ofis arkadaşlarınız gününün yarısını alabilir. Kız arkadaşınız işyeri flörtüne kalkışacağınız endişeleri taşıyabilir.
Korkularını giderin:
Gösterin ve anlatın. Kız arkadaşınızı ofisinizde gezdirin ve iş arkadaşlarınızla tanıştırınız. Masanıza oturduğunuzda kendi fotoğrafını görsün. Böylece iş arkadaşlarınızla flört edebileceği düşüncesi biter ve işteyken bile onu düşündüğünüzü gösterir.
2. Lise Arkadaşlarınızla Buluşma
Neden üzülür:
Kız arkadaşınızla lise yıllarından beri tanışıyorsanız gizli sırlarınızı biliyor demektir. Arkadaşlarınızla dışarı çıktığınızda nereye gittiğiniz konusunda şüpheleri vardır.
Korkularını giderin:
Bir arkadaşınızı maskot olarak anlatın. Romantik olarak değinmeyin. Arkadaşlarınızla buluştuğunuz akşamlarda oyun partilerinize onu da davet edin. Ortamı gördükten sonra aklına takılan sorular olabilir.
3. Kayınvalide
Niçin üzülür:
Annenizin söyledikleri ya da yaptıkları karşısında kırılmış olabilir.
Korkularını giderin:
Kız arkadaşınızla veya eşinizle birlikte hafta sonuna çıkın, annenizin olumlu ve olumsuz yönlerini anlatın. Bu konuda üzülmemesini söyleyin ve anı yaşayın.
4. İnternete Girmek
Niçin üzülür:
Arkadaşlık sitelerine üyeliğiniz ve arkadaşlarınızla ilgili konuşmalarınız onun sizi kıskanmasına ve kırılmasına neden olabilir. Hatta bir hareminiz olduğunu bile düşünebilir.
Korkularını giderin:
Sizin dijital dünyasına girmesine izin verin. Arkadaş listenizi inceledikten sonra bu konudaki korkuları azalacaktır. Ayrıca, kendi sosyal networkünü oluşturmasını sağlayın ve onu arkadaş listenizin ilk başına koyun.
5. Jimnastik Tanrıçası
Neden üzülür:
Jimnastik hocanız çok seksi ve düzgün hatlara sahip olabilir. Bu sebeple kıskanması mümkün. Ona üzülmesinin yanlış olduğunu söyleseniz de kız arkadaşınız daha iyi bilir.
Korkularını giderin:
Spor salonuna onunla gidin ve hocanızla tanıştırın. Siz de hocanızın size göre olmadığını kabul edin ve ona karşı duygusal birşeyler hissetmemeye çalışın.
Yüzünüz Simetrik mi?
Aynanın karşısına geçin ve yüzünüze alıcı gözüyle bakın. Sağı ve solu birbiriyle aynı mı görünüyor yoksa bir tarafı daha mı şiş geldi gözünüze?
Ağzınızı açıp kapayın ve bu sırada çenenizin simetrik açılıp açılmadığını gözleyin. Simetri kaybı, bazı fonksiyon kayıplarında ya da rahatsızlıklarda ağır ağır yüzünüze yerleşir. Dikkatli bir izleyici değilseniz farkına bile varmazsınız.
Ortodontist Dr Aylin Sezen Yalçın günlük yaşamımızda pek dikkat etmediğimiz ancak genel görünümümüze kalıcı etki yapacak Yüzde Asimetri konusuna dikkat çekti… Yalçın, tek taraflı çiğneme alışkanlığının yüzde asimetriye sebep olduğunu belirterek simetrinin yüz güzelliği ve sağlığı için önemini şu sözlerle anlattı:
"Günümüzde, yüz güzelliği, her yaşta birey için önemli. O sebeple 8 yaşından 80 yaşına kadar dişlerimizin sağlığı, cildimizin sağlığı ile ilgileniyoruz. Dişlerin sağlıklı olmasının yanında güzel bir gülümseme, kişinin kendine güvenini arttıran, sosyal hayatını kolaylaştıran bir etkendir. Simetri, özellikle yüz güzelliği söz konusu olduğunda daha önemli bir konu haline gelir. Dış dünya ile iletişimimiz olan yüzümüzün tam ahengi ancak tam bir simetri söz konusu olduğunda sağlanabilir. Biz diş hekimleri olarak bir kişiyi muayene ederken öncelikle yüzündeki bazı noktaların ve dişlerinin simetrisini değerlendiririz. Kişisel kanım, yüz yumuşak ve sert dokularında simetri sağlanmadıkça, ideal bir gülümseme ve yüz estetiği sağlanamaz."
Tek Taraflı Çiğneme Asimetri Sebebi
Simetri bozukluğunun, genetik, doğumsal, travmatik sebeplerle oluşabileceğini belirten Ortodontist Dr Aylin Sezen Yalçın, yüzümüzde asimetriye sebep olabileceğinden habersiz olduğumuz ve en sıklıkla rastlanan durumun, tek taraflı çiğneme alışkanlığı olduğunu söyledi. Yalçın, tek taraflı çiğneme sebeplerini şöyle sıraladı:
● Ağzın tek tarafında ağrılı, kanamalı iltihaplı bir dişin varlığı,
● Tek tarafta çekilmiş ve yerine protez yapılmamış dişsiz alanlar,
● Alışkanlıklar,
● Yüksek yapılmış yada doğru yapılmamış dolgu yada protezler..
● Çene eklemi rahatsızlıkları
Yalçın sözlerini şöyle sürdürdü:
"Her ne sebepten olursa olsun, çiğneme tek taraflı olarak yapılıyorsa o taraftaki çiğneme kasımızın hacminde arış olur. Zaman içinde artarak, diğer tarafla arasında belirgin farklılıklar oluşmaya başladığında farkedilebilir.Tıpta prensibimiz, sonucunu bildiğimiz durumların oluşmaması için önlem almaktır. Bu yüzden diş tedavilerimizin ve kontrollerimizin aksamaması, ilerde oluşabilecek daha ciddi sorunların önüne geçecektir… Sağlıkla gülümseyin."
Ağzınızı açıp kapayın ve bu sırada çenenizin simetrik açılıp açılmadığını gözleyin. Simetri kaybı, bazı fonksiyon kayıplarında ya da rahatsızlıklarda ağır ağır yüzünüze yerleşir. Dikkatli bir izleyici değilseniz farkına bile varmazsınız.
Ortodontist Dr Aylin Sezen Yalçın günlük yaşamımızda pek dikkat etmediğimiz ancak genel görünümümüze kalıcı etki yapacak Yüzde Asimetri konusuna dikkat çekti… Yalçın, tek taraflı çiğneme alışkanlığının yüzde asimetriye sebep olduğunu belirterek simetrinin yüz güzelliği ve sağlığı için önemini şu sözlerle anlattı:
"Günümüzde, yüz güzelliği, her yaşta birey için önemli. O sebeple 8 yaşından 80 yaşına kadar dişlerimizin sağlığı, cildimizin sağlığı ile ilgileniyoruz. Dişlerin sağlıklı olmasının yanında güzel bir gülümseme, kişinin kendine güvenini arttıran, sosyal hayatını kolaylaştıran bir etkendir. Simetri, özellikle yüz güzelliği söz konusu olduğunda daha önemli bir konu haline gelir. Dış dünya ile iletişimimiz olan yüzümüzün tam ahengi ancak tam bir simetri söz konusu olduğunda sağlanabilir. Biz diş hekimleri olarak bir kişiyi muayene ederken öncelikle yüzündeki bazı noktaların ve dişlerinin simetrisini değerlendiririz. Kişisel kanım, yüz yumuşak ve sert dokularında simetri sağlanmadıkça, ideal bir gülümseme ve yüz estetiği sağlanamaz."
Tek Taraflı Çiğneme Asimetri Sebebi
Simetri bozukluğunun, genetik, doğumsal, travmatik sebeplerle oluşabileceğini belirten Ortodontist Dr Aylin Sezen Yalçın, yüzümüzde asimetriye sebep olabileceğinden habersiz olduğumuz ve en sıklıkla rastlanan durumun, tek taraflı çiğneme alışkanlığı olduğunu söyledi. Yalçın, tek taraflı çiğneme sebeplerini şöyle sıraladı:
● Ağzın tek tarafında ağrılı, kanamalı iltihaplı bir dişin varlığı,
● Tek tarafta çekilmiş ve yerine protez yapılmamış dişsiz alanlar,
● Alışkanlıklar,
● Yüksek yapılmış yada doğru yapılmamış dolgu yada protezler..
● Çene eklemi rahatsızlıkları
Yalçın sözlerini şöyle sürdürdü:
"Her ne sebepten olursa olsun, çiğneme tek taraflı olarak yapılıyorsa o taraftaki çiğneme kasımızın hacminde arış olur. Zaman içinde artarak, diğer tarafla arasında belirgin farklılıklar oluşmaya başladığında farkedilebilir.Tıpta prensibimiz, sonucunu bildiğimiz durumların oluşmaması için önlem almaktır. Bu yüzden diş tedavilerimizin ve kontrollerimizin aksamaması, ilerde oluşabilecek daha ciddi sorunların önüne geçecektir… Sağlıkla gülümseyin."
BAKANLIKTAN YURT DIŞINDAKİ “TÜRK HEKİMLERE” DÖN ÇAĞRISI
Sağlık Bakanlığı, doktor açığını kapatmak ve yurt dışında çalışan Türk doktorları Türkiye'ye çekmek için, yurt dışında çalışıp, dönmeye karar verenlere 3 yıl Türkiye’de kalmaları koşuluyla mecburi hizmetten muaf tutacak.
Sağlık Bakanlığı, doktor açığını kapatacak düzenlemeler yaparken yurt dışındaki Türk sağlık çalışanlarını Türkiye’ye dönmeleri için düzenlemeler yapıyor. Sağlık Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Zafer Çukurova, yurt dışında eğitimini tamamlayan doktorlar Türkiye’ye döndüklerinde 3 yıl süreyle devlet, vakıf üniversitesi ya da özel sektörde hizmet yaparlarsa mecburi hizmetten muaf olacaklarını söyledi.
Yurt Dışından 3 Aylığına Gelinebilecek
Bugüne kadar 13 müracaat yapıldığını belirten Çukurova, “Özel Hastaneler yönetmeliğine eklenen madde ile yurt dışında hekimlik yapanlar, Türkiye’de 1 yılda 3 ayı geçmemek şartıyla kadro şartı aranmaksızın, özel sektörde çalışabilecekler” diye konuştu. 6 Ay İçerisinde Dönmek Durumundalar
Yeni düzenleme ile yurt dışında iki yıl görev yaptıktan sonra Türkiye'de görev yapacak doktorların kamuda istihdam edilebileceklerini belirten Çukurova, “Sağlık Bakanlığı ve Bağlı Kuruluşlarının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Tasarı, yurt dışında mecburi hizmet yapmayan doktorların dönmesi için yapıldı. 1.1.2013 tarihinden önce yurt dışında eğitimlerini tamamlayanlar ya da uzman olanlar, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren 6 ay içinde Türkiye’ye dönmek ve en az üç yıl süreyle Türkiye’de fiilen meslek icrasında bulunmak şartıyla devlet hizmeti yükümlülüğünden muaf tutulacak. Hekim nerede çalışmak istiyorsa, seçtiği yerde 3 yıl dönmemek şartıyla, mecburi hizmet yükümlülüğünü yerine getirmemiş, yurt dışında halen aktif hekimlik yapan ya da uzman olanlar için bu madde eklendi” dedi. 24 Şubat 2014 Pazartesi
Boyun Fıtığı mı Kas Ağrısı mı?
Son zamanlarda boynunuzda ciddi bir ağrı mı başladı? Bu ağrı kolunuza da yayılıyor mu? Kollarınız ve ellerinizde güç kaybı mı var? Bu ağrıların boyun fıtığından kaynaklanabileceğini düşünerek endişeleniyor musunuz? Ağrılarınızın boyun fıtığı mı yoksa başka bir hastalıktan mı kaynaklandığını öğrenmek için bu yazıyı okumanızda fayda var…
Hisar Intercontinental Hospital Beyin ve Sinir Cerrahisi Bölümü Başkanı Prof. Dr. Mustafa Bozbuğa ile boyunda, omurilik ve/veya sinir köklerine bası yaparak çok şiddetli boyun ve kol ağrılarına, kol ve ellerde kuvvet kayıplarına, duyu bozukluklarına ve omurilik basısının ağır nörolojik fonksiyon kayıplarına yol açabilen boyun fıtığını konuştuk.
Boyun fıtığı mı başka bir problem mi? Ağrınızın nedenini sorgulayın!
Omurlar arasında bulunan diskler, omurgaya yüklenmeyi azaltarak aktaran kıkırdağımsı elastik yastıkçıklardır. Diskler, yaşlanmaya koşut olarak yıpranır, dejenerasyon ile elastikiyetleri azalır ve fıtıklaşmaları kolaylaşır. Boyun fıtığının en sık belirtisi olan boyun ve kol ağrılarının nedenleri çok geniş bir yelpaze oluşturur. Bu ağrılar, boyun fıtığı dışında; basit bir kas spazmı, mekanik boyun ağrısı, eklem ve omurga kireçlenmeleri, yumuşak doku hastalıkları ve zorlanmaları, omurganın ve yumuşak dokuların iltihabından, enfeksiyon hastalıklarından, apselerden, kemik hastalıkları ve kırıklarından, metabolik, hormonal, romatizmal ve iç organ hastalıklardan, çeşitli tümörlerden ve daha birçok hastalıktan kaynaklanabilir.
Bu nedenle, ağrılarınızın kaynağı, özellikleri, seyrinin sorgulanması, çok yönlü sistemik ve nörolojik muayene, temel ve ileri tetkikler ve görüntülemeler olası hastalıkların ayrımında yararlıdır. Bu nedenle boyun ve/veya kol ağrılarınız tanıya yönelik önemli ipuçları verebilir. Ağrının yeri, başlangıç şekli, zamanı, şiddeti, süresi, yayılımı, niteliği (yanıcı, batıcı, delici), ağrıyı tetikleyen ya da artıran ve azaltan faktörler, ağrının iklim şartları ile ilgisi, ağrının istirahat ve hareket ile ilgisi, gece şiddetlenmesi, uykudan uyandırması hatta uyutmaması hekimi yönlendirmede anlamlıdır.
Ağrılarınız Var Ama Ameliyat Gerekli mi?
Basit mekanik boyun ağrılarında ya da omurilik ve sinir basısı yapmayan boyun fıtıklarında cerrahi tedavi uygulanmaz. Cerrahi tedavinin alternatifleri; boynun istirahate alınması, ilaç tedavisi, boyunluk, traksiyon (yumuşak dokuları germek, eklem aralıklarını genişletmek yada kırık kemik parçalarını birbirinden uzaklaştırmak için vücudun bir parçasına uygulanan çekme tekniği), lokal enjeksiyonlar, fizik tedavi ve egzersizlerden oluşur. Ancak, omurilik ya da belirgin sinir kökü basısı yaparak kuvvet kaybı, yürüme bozukluğu, idrar ve gaita kontrol kusuru gibi nörolojik belirti ve bulgulara yol açan; klinik tablo ile görüntüleme bulgularının uyumlu olduğu boyun fıtıklarında zaman geçirmeden acil olarak ameliyat yapılır.
Sinir kökü basısının belirgin olduğu ve felç (motor kayıp) ile seyreden ya da cerrahi dışındaki tedavilere yanıt vermeyen, şiddetli ve ısrar eden ağrılarda da yine cerrahi tedavi düşünülmelidir. Boyun fıtıklarında cerrahi girişimler ile çok iyi sonuçlar alınabilir. Bu ameliyatlar, küçük bir açıklıktan yapılan ve hastanın çok kısa sürede normal yaşama dönebildiği ameliyatlar olabileceği gibi bazı hastalarda çok kompleks ve büyük ameliyatlar da gerekebilir. Günümüzde yüksek teknolojinin getirdiği imkanlar, cerrahi mikroskop ve endoskobun kullanılması ile cerrahi tedavi alternatifleri ve imkanları son derece çeşitlenmiştir ve en kapsamlı ve büyük ameliyatlar bile yüksek bir başarı oranı ile gerçekleştirilebilmektedir. Bu ameliyatlar zamanında ve doğru bir şekilde yapıldığında sinir dokusuna (omurilik ve sinir köklerine) ait fonksiyonlar korunabilir; kayıp varsa geri dönebilir, omurganın koruyuculuğu yeniden sağlanabilir ve ileride oluşabilecek risklerin önüne geçilebilir.
Hisar Intercontinental Hospital Beyin ve Sinir Cerrahisi Bölümü Başkanı Prof. Dr. Mustafa Bozbuğa ile boyunda, omurilik ve/veya sinir köklerine bası yaparak çok şiddetli boyun ve kol ağrılarına, kol ve ellerde kuvvet kayıplarına, duyu bozukluklarına ve omurilik basısının ağır nörolojik fonksiyon kayıplarına yol açabilen boyun fıtığını konuştuk.
Boyun fıtığı mı başka bir problem mi? Ağrınızın nedenini sorgulayın!
Omurlar arasında bulunan diskler, omurgaya yüklenmeyi azaltarak aktaran kıkırdağımsı elastik yastıkçıklardır. Diskler, yaşlanmaya koşut olarak yıpranır, dejenerasyon ile elastikiyetleri azalır ve fıtıklaşmaları kolaylaşır. Boyun fıtığının en sık belirtisi olan boyun ve kol ağrılarının nedenleri çok geniş bir yelpaze oluşturur. Bu ağrılar, boyun fıtığı dışında; basit bir kas spazmı, mekanik boyun ağrısı, eklem ve omurga kireçlenmeleri, yumuşak doku hastalıkları ve zorlanmaları, omurganın ve yumuşak dokuların iltihabından, enfeksiyon hastalıklarından, apselerden, kemik hastalıkları ve kırıklarından, metabolik, hormonal, romatizmal ve iç organ hastalıklardan, çeşitli tümörlerden ve daha birçok hastalıktan kaynaklanabilir.
Bu nedenle, ağrılarınızın kaynağı, özellikleri, seyrinin sorgulanması, çok yönlü sistemik ve nörolojik muayene, temel ve ileri tetkikler ve görüntülemeler olası hastalıkların ayrımında yararlıdır. Bu nedenle boyun ve/veya kol ağrılarınız tanıya yönelik önemli ipuçları verebilir. Ağrının yeri, başlangıç şekli, zamanı, şiddeti, süresi, yayılımı, niteliği (yanıcı, batıcı, delici), ağrıyı tetikleyen ya da artıran ve azaltan faktörler, ağrının iklim şartları ile ilgisi, ağrının istirahat ve hareket ile ilgisi, gece şiddetlenmesi, uykudan uyandırması hatta uyutmaması hekimi yönlendirmede anlamlıdır.
Ağrılarınız Var Ama Ameliyat Gerekli mi?
Basit mekanik boyun ağrılarında ya da omurilik ve sinir basısı yapmayan boyun fıtıklarında cerrahi tedavi uygulanmaz. Cerrahi tedavinin alternatifleri; boynun istirahate alınması, ilaç tedavisi, boyunluk, traksiyon (yumuşak dokuları germek, eklem aralıklarını genişletmek yada kırık kemik parçalarını birbirinden uzaklaştırmak için vücudun bir parçasına uygulanan çekme tekniği), lokal enjeksiyonlar, fizik tedavi ve egzersizlerden oluşur. Ancak, omurilik ya da belirgin sinir kökü basısı yaparak kuvvet kaybı, yürüme bozukluğu, idrar ve gaita kontrol kusuru gibi nörolojik belirti ve bulgulara yol açan; klinik tablo ile görüntüleme bulgularının uyumlu olduğu boyun fıtıklarında zaman geçirmeden acil olarak ameliyat yapılır.
Sinir kökü basısının belirgin olduğu ve felç (motor kayıp) ile seyreden ya da cerrahi dışındaki tedavilere yanıt vermeyen, şiddetli ve ısrar eden ağrılarda da yine cerrahi tedavi düşünülmelidir. Boyun fıtıklarında cerrahi girişimler ile çok iyi sonuçlar alınabilir. Bu ameliyatlar, küçük bir açıklıktan yapılan ve hastanın çok kısa sürede normal yaşama dönebildiği ameliyatlar olabileceği gibi bazı hastalarda çok kompleks ve büyük ameliyatlar da gerekebilir. Günümüzde yüksek teknolojinin getirdiği imkanlar, cerrahi mikroskop ve endoskobun kullanılması ile cerrahi tedavi alternatifleri ve imkanları son derece çeşitlenmiştir ve en kapsamlı ve büyük ameliyatlar bile yüksek bir başarı oranı ile gerçekleştirilebilmektedir. Bu ameliyatlar zamanında ve doğru bir şekilde yapıldığında sinir dokusuna (omurilik ve sinir köklerine) ait fonksiyonlar korunabilir; kayıp varsa geri dönebilir, omurganın koruyuculuğu yeniden sağlanabilir ve ileride oluşabilecek risklerin önüne geçilebilir.
22 Şubat 2014 Cumartesi
Kırışıklıklar İçin Estetiğe Gerek Yok!
Uzmanlar yaşlanmanın altında yatan nedenleri bulma arayışlarında, cildin yaşlanmasının temel ilacının hücre yenilenmesi olduğunu buldular. Hücre yenilenmesinin temel maddesi ise protein.
Hücrelerimizin yapıtaşları aminoasitlerden oluşmaktadır. Protein sindirilirken amino asitlere parçalanarak hücrelerin kendilerini yenilemelerinde kullanılır. Yeterince protein alınmazsa vücudumuzun yaşlanma süreci hızlanır.
Bu basit gerçek, beslenmeye bakışınızı gelecek öğünden başlayarak değiştirebilir.En iyi protein seçenekleriTam yağlı süt ve süt ürünlerinde ve kırmızı ette (sığır, kuzu, dana dahil) blo miktarda asit bulunmaktadır, dolayısıyla sınırlı porsiyonlarda tüketilmelidir. Onun yerine, balık, yumurtanın beyazı, derisi soyulmuş tavuk ve hindi göğsü tercih edilmelidir.Size balık yeterGenç kalmanızı sağlayabilecek besinler arasında ilk sırayı balık alır. Her türden balık doymuşluk oranı düşük yağla yüksek kalitede ve kolayca sindirilen proteinlerin kaynağıdır. Balığı öteki protein kaynaklarından ayıran şey içinde bulunan yağ türü ve yağ asidi miktarıdır.
·Deniz ürünleri besin açısından yoğundur. Dolayısıyla yüksek miktarda protein ve önemli oranlarda vitamin ve mineral içerir. Doymuş yağ ve kalori oranları da yüksek değildir.
·Deniz ürünleri temel aminoasitlerin tümünü sunan mükemmel bir protein kaynağıdır. Deniz ürünlerinde bulunan protein kolayca sindirilir. Bu açıdan her yaştan insan için mükemmel bir besin kaynağı oluşturur.
·Deniz ürünleri iyi bir B vitamini kaynağıdır. Sağlıklı gelişim ve büyüme için gereken kalsiyum, magnezyum, potasyum, fosfor, kükürt, florin, selenyum, bakır, çinko, iyot gibi temel mineralleri sağlar.·Çoğu deniz ürünündeki kolesterol seviyesi yüksek değildir. Balıktaki kolesterol oranı genellikle düşük olsa da kabuklu deniz hayvanlarında bu oran yükselebilir. Ancak kolesterol seviyesi yüksek olan kalamar gibi besilerde bile bu oran yumurtadakinden düşüktür.
·Deniz ürünlerinde çok az miktarda yağ bulunur. Bunlar da 'iyi yağlar'dır. Deniz ürünlerindeki doymuş yağ oranı da diğerleriyle karşılaştırıldığında çok daha azdır.Yemeklerinizde kırmızı et yerine balığa yer vermekle toplam yağ ve doymuş yağ alımınızı kayda değer ölçüde azaltabilirsiniz.
Hücrelerimizin yapıtaşları aminoasitlerden oluşmaktadır. Protein sindirilirken amino asitlere parçalanarak hücrelerin kendilerini yenilemelerinde kullanılır. Yeterince protein alınmazsa vücudumuzun yaşlanma süreci hızlanır.
Bu basit gerçek, beslenmeye bakışınızı gelecek öğünden başlayarak değiştirebilir.En iyi protein seçenekleriTam yağlı süt ve süt ürünlerinde ve kırmızı ette (sığır, kuzu, dana dahil) blo miktarda asit bulunmaktadır, dolayısıyla sınırlı porsiyonlarda tüketilmelidir. Onun yerine, balık, yumurtanın beyazı, derisi soyulmuş tavuk ve hindi göğsü tercih edilmelidir.Size balık yeterGenç kalmanızı sağlayabilecek besinler arasında ilk sırayı balık alır. Her türden balık doymuşluk oranı düşük yağla yüksek kalitede ve kolayca sindirilen proteinlerin kaynağıdır. Balığı öteki protein kaynaklarından ayıran şey içinde bulunan yağ türü ve yağ asidi miktarıdır.
·Deniz ürünleri besin açısından yoğundur. Dolayısıyla yüksek miktarda protein ve önemli oranlarda vitamin ve mineral içerir. Doymuş yağ ve kalori oranları da yüksek değildir.
·Deniz ürünleri temel aminoasitlerin tümünü sunan mükemmel bir protein kaynağıdır. Deniz ürünlerinde bulunan protein kolayca sindirilir. Bu açıdan her yaştan insan için mükemmel bir besin kaynağı oluşturur.
·Deniz ürünleri iyi bir B vitamini kaynağıdır. Sağlıklı gelişim ve büyüme için gereken kalsiyum, magnezyum, potasyum, fosfor, kükürt, florin, selenyum, bakır, çinko, iyot gibi temel mineralleri sağlar.·Çoğu deniz ürünündeki kolesterol seviyesi yüksek değildir. Balıktaki kolesterol oranı genellikle düşük olsa da kabuklu deniz hayvanlarında bu oran yükselebilir. Ancak kolesterol seviyesi yüksek olan kalamar gibi besilerde bile bu oran yumurtadakinden düşüktür.
·Deniz ürünlerinde çok az miktarda yağ bulunur. Bunlar da 'iyi yağlar'dır. Deniz ürünlerindeki doymuş yağ oranı da diğerleriyle karşılaştırıldığında çok daha azdır.Yemeklerinizde kırmızı et yerine balığa yer vermekle toplam yağ ve doymuş yağ alımınızı kayda değer ölçüde azaltabilirsiniz.
Gazlı Bebek, Anlatılmaz Yaşanır!
Bebeğiniz gazlıysa, kime ne kadar anlatsanız da sizi en iyi, bebeği gazlı olan bir anne anlar. Paylaşılan çareler, anneanne/babaanne önerileri, doktor kontrolleri… Annelerin geçirdikleri o günlerin tarifi yoktur.
Tıpkı anne olduğunuzda, bebeğinizi kucağınızı aldığınız zamanki duygularınızı tarif edemediğiniz gibi…
Uykusuz geceler, insanın kendine ‘acaba sorun ben de mi’ diye sorduğu zamanlar elbette geride kalacak ve o tatlı varlık bir gün en tatlı gülüşüyle size bakacaktır. Peki ama ne zaman?
Dilerseniz biraz neden bebekler gazlı olur bir bakalım, anlamaya çalışalım.
Bebeklerin 55%‘i yaşamlarının ilk aylarında sindirim problemi yaşayabilir çünkü dünyaya geldiklerinde sindirim sistemleri henüz tam olarak gelişmemiştir.
Bebekler için en uygun besin anne sütüdür ve hayata en iyi başlangıcın yapılmasını sağlar.
Bebeğin anne sütü ile beslenmesi için hazırlık yapılması aşamasında ve emzirme esnasında sağlıklı ve dengeli bir diyet uygulamanız önemlidir.
Sütünüzün az olduğunu hissettiğinizde bebeğinizin beslenmesi konusunda her zaman doktorunuza ya da sağlık profesyoneline/uzmanına danışmanız doğru olacaktır.
Doktorunuzun da görüşüyle, gazlı bir bebek için en doğru seçim,
bebeğinizin sindirimi kolay besinlerle beslenmesidir.
Bebelac Nutrikonfor devam sütü, fermentasyon teknolojisi ile üretilmiştir. Fermantasyon, yoğurt ve benzeri ürünlerin üretiminde kullanılır. Fermente ürünler sindirime yardımcıdır.
Bebelac Nutrikonfor 2, 6. aydan itibaren kullanılabilen devam sütüdür. 6. aydan itibaren her gün en az 500 ml anne sütü veya yetersiz ise doktorunuza danışarak devam sütü vermeniz önerilir.
Bebelac Nutrikonfor 2’yi bebeğiniz 1 yaşına gelene kadar kullanabilirsiniz.
Detaylı bilgi için tıklayınız.
Bir boomads advertorial içeriğidir.
Antidepresan İlaclarin Etkileri
Antidepresan İlaçların Etkileri
Depresyonun ilaçla tedavisinin yaygın uygulanması ile birlikte klinik uygulamalarda başlangıçta ilaçların etkinlik düzeyine önem verilirken, zamanla antidepresan etkinin ortaya çıktığı süre de önem kazanmıştır. Farklı antidepresan ilaçların geliştirilmesi sonrasında yapılan karşılaştırmalarda üstünlüğü belirleyici özellik olarak etkilerin belirme hızı ön plana çıkmıştır. Yapılan çok sayıda birbiriyle çelişen sonuçlar elde edilmiş olsa da, günümüzde kullanılan antidepresan ilaç gruplarının yan etki profili dışında, birbirlerine etki ve etki başlangıç hızı açısından belirgin bir üstünlükleri olmadığı kabul edilmektedir (Bozkurt ve Karlıdere, 2007; Gartlehner ve ark., 2011). İlaç gruplarından bağımsız olarak, etki başlangıcı açısından hastalar arasında farklılıklar olduğu gözlenmiş, bu farklılığın ilaç etkililiği ve sonlanımla ilgisi araştırma konusu haline gelmiştir.
Depresyonun ilaçla tedavisinin yaygın uygulanması ile birlikte klinik uygulamalarda başlangıçta ilaçların etkinlik düzeyine önem verilirken, zamanla antidepresan etkinin ortaya çıktığı süre de önem kazanmıştır. Farklı antidepresan ilaçların geliştirilmesi sonrasında yapılan karşılaştırmalarda üstünlüğü belirleyici özellik olarak etkilerin belirme hızı ön plana çıkmıştır. Yapılan çok sayıda birbiriyle çelişen sonuçlar elde edilmiş olsa da, günümüzde kullanılan antidepresan ilaç gruplarının yan etki profili dışında, birbirlerine etki ve etki başlangıç hızı açısından belirgin bir üstünlükleri olmadığı kabul edilmektedir (Bozkurt ve Karlıdere, 2007; Gartlehner ve ark., 2011). İlaç gruplarından bağımsız olarak, etki başlangıcı açısından hastalar arasında farklılıklar olduğu gözlenmiş, bu farklılığın ilaç etkililiği ve sonlanımla ilgisi araştırma konusu haline gelmiştir.
Erken dönemde yapılan etki çalışmalarının çoğunda sonlanımın 4 hafta gibi bir süreyle kullanım ardından değerlendirilmesi bazı araştırmacılar tarafından eleştirilmiştir. Tedavinin erken döneminde gözlenen klinik değişimlerin her zaman kalıcı olmadığı, hastaların bir bölümünde sonraki haftalarda bu değişikliklerin olumsuz yönde değişebildiğine dikkat çekilmiştir (Quitkin ve ark., 1984). Bu nedenle sonlanım açısından etki değerlendirmesinin daha uzun süreli izlem sonrasında yapılması önerilmiş ve bu öneri yaygın kabul görmüştür. Bunun yanı sıra, dördüncü haftadan önceki yanıt da incelenmiş ve ‘gerçek ilaç yanıtı’ ile plasebo etkileri ayırt edilmeye çalışılmıştır. Bu grup araştırmacı depresyon hastalarında plasebo etkisinin iki farklı şekilde ortaya çıktığını belirtmiştir. Plasebo alan hastaların bir kısmında erken dönemde ortaya çıkan belirtilerde hızlı ancak sürekli olmayan iyileşme gözlendiği saptanmıştır (Rothschild ve Quitkin, 1992; Dago ve Quitkin, 1995). Kademeli iyileşme ise plasebo tedavisi sırasındaki kendiliğinden iyileşme nedeniyle görülür ve sürekli olmaya eğilimlidir (Quitkin ve ark., 1993). Aynı çalışmada antidepresan tedavi alıyor olmanın plasebo etkisine engel olmayacağı ve ilk 2 haftada gözlenen tedavi yanıtının plasebo etkisi ile açıklanacağı belirtilmiştir. Ayrıca ilaç tedavisine hızlı ve erken yanıt veren hastaların plasebo etkisi altında oldukları, bu nedenle yineleme riski nedeniyle yakından izlenmeleri gerektiği vurgulanmıştır (Quitkin, 1991). Khan ve ark. (1989) çift kör, plasebo kontrollü üç çalışmada erken dönemde gözlenen yanıtın özelliklerini incelemişler ve Quitkin ve ark. (1984)’nı destekleyen sonuçlar elde etmişlerdir. Erken dönemde yanıt gözlenen hastalar örneklemden çıkarıldıktan sonra analizler tekrarlandığında, antidepresan ve plasebo kullanan gruplar arasında sonlanım farkının daha da belirgin hale geldiği saptanmıştır (Khan ve ark., 1989). Gerçek ilaç yanıtı kavramının ortaya atılması sonrasında, daha uzun süreli ve gerçek ilaç yanıtının sürekliliği üzerinde yoğunlaşılan çalışmalar yapılmıştır. Antidepresan tedavinin ilk 3 ayında gözlenen yinelemelerin ilaç etkisinin kaybı ya da ilaca tolerans gelişmesinden bağımsız olarak plasebo etkisinin kaybı nedeniyle olduğu ileri sürülmüştür (Quitkin ve ark., 1993). Jonathan ve arkadaşlarının yaptığı örüntü analizinde antidepresan tedavinin plasebo yanıtı gösteren hasta grubunda, gerçek ilaç yanıtı gösteren hasta grubuna göre yinelemeyi önlemede daha az etkili olduğu saptanmıştır (Jonathan ve ark., 1998).
Bu varsayımların aksine tedavinin birinci haftasından itibaren tedaviye yanıt verecek olan hasta grubunun ayırt edilebileceğini öne süren araştırmacılar da olmuştur (Katz ve ark., 1987; Stassen ve ark., 1996). Quitkin ve ark. (1984; 1993)’nın çalışmaları, hastaların MAO-İ, TSA gibi farklı gruplardan antidepresan ilaçları kullanıyor olması ve sadece hafif ve orta düzeyde depresyonu olan hastalar ile yapılmış olması nedeniyle eleştirilmiştir. Quitkin ve ark. (1984) ise erken dönemde gözlenen yanıtla ilgili Katz ve ark. (1987)’nın çalışmalarını, plasebo kontrollü olmaması ve daha şiddetli depresyonu olan yatan hasta gruplarında yapılması nedeniyle eleştirmiş ve bu daha şiddetli hasta gruplarında antidepresan etkinin daha hızlı ortaya çıkacağına dikkati çekmiştir.
Yaygın kabul gören görüş antidepresan tedavi yanıtı için 4-6 hafta sonrasında yapılan değerlendirmelerin geçerli sonuçlar verebileceği olmuştur. Literatürde bu yaklaşım geç etki başlangıcı varsayımı olarak geçmektedir (Mitchell, 2006; Kudlow ve ark., 2012). Antidepresan ilaçların etki mekanizmaları ile ilgili çalışma bulguları doğrultusunda, haftalar içinde, gecikmeli etki göstermeleri çoğu kez nörogenezin ve nöroplastikliğin uzun dönemde ortaya çıkan etkileri ile açıklanmıştır (Alboni ve ark., 2010; Lam, 2012). Bu görüş yaygın kabul görmüş ve birçok tedavi kılavuzunda antidepresan tedavinin etkili olup olmadığının belirlenmesi için en az 3-4 hafta süre ile beklenmesi gerektiği belirtilmiştir (NICE, 2009; APA, 2010). Bu değerlendirmede gözlenen etkiyle uzun vadeli sonlanımın öngörülebileceği, bu aşamada etkinlik görülmediğinde tedavi planında, ilaç seçimi veya dozla ilgili, değişiklik yapılması önerilmektedir. Bu dönem öncesinde etki veya etkisizlik tedaviye yön vermemektedir.
Depresyon ve Tedaviye Yonelik Tutum
Depresyon ve Tedaviye Yonelik Tutum
Ruhsal bozukluklara karşı sergilenen tutumun birçok toplumda olumsuz; çoğu kez de damgalayıcı olduğu bilinmektedir (Byrne, 1997). Damgalanma, ruhsal bozukluklarla sınırlı olmayacak şekilde, belirli bir özelliği nedeniyle insanların benzer özellikler taşıyan diğer bireylerle tam olarak benzer kabul edilmeyerek etiketlenmesi, bir grup olarak ‘biz’den dışlanmasıyla ilişkilidir (Link ve Phelan, 2001). Damgalanma bilgi, tutum ve davranışla ilgili sorunlar yaşanmasıyla ilgilidir (Thornicroft ve ark., 2007). Toplum tarafından damgalanma belirli bir özellikle ilgili stereotipler, önyargılar ve ayrımcı tutumları içerir (Lauber, 2008). Farklı kültürlerde yapılan çalışmalarla ruhsal bozukluklarla ilgili damgalayıcı tutumların hastalarla ilgili bazı temel varsayımlarla ilişkili olduğu gösterilmiştir (Rüsch ve ark., 2005). En yaygın varsayımlar ruhsal bozukluğu olan hastaların korkulması, uzak durulması gereken bireyler oldukları, ciddi ruhsal bozukluğu olan bireylerin sorumsuz davranışları olabileceği ve kendi kararlarını verebilecek yetkinlikte olmadıkları ve son olarak da merhamet ve sürekli bakım gereksiniminde olduklarıdır. Damgalanma, toplumun damgalanan grupla ilgili olumsuz tutum ve davranışlar ortaya koymasıyla sonuçlanmaktadır. Kendini damgalama, damgalanan gruptaki bireylerin bu tutumları içselleştirmesi ve kendine yöneltmesiyle ilgilidir (Corrigan ve Watson, 2002; Corrigan ve Rao, 2012). Dolayısıyla, bireyin kendisine ait bir özellikle ilgili tutumları, içinde yaşadığı toplumun tutumlarından etkilenmektedir. Ruhsal bozukluklarla ilgili tutumlar üzerine yapılan araştırmalar öncelikle şizofreni ve ağır ruhsal bozuklarla ilgili yapılmış, yakın döneme kadar duygudurum bozuklukları ile ilgili çok çalışma yapılmamıştır (Kelly ve Jorm, 2007).
Depresyon ve tedavisiyle ilgili tutum sağlıklı bireyler, psikiyatri hastaları, depresyon hastaları arasında farklılık gösterebilmektedir.
Depresyon Tedavisinin Başarısını Etkileyen Etmenler
Tedavi uyumu, ilaç tedavisi alan, diyet ve/veya yaşam şeklinde değişiklik yapan hastaların, doktorlarının tavsiyeleriyle uyum içinde olma derecesini ifade eder (Perkins, 2002; WHO, 2003). Kompliyans sıklıkla uyum ile eşanlamlı olarak kabul edilmektedir ancak uyum kompliyansdan farklı olarak hastanın önerileri desteklediği, hemfikir olduğu anlamlarını da içermektedir. Bu yazı içerisinde uyum ve kompliyans eşanlamlı olarak kabul edilecektir.
Tedaviye uyumsuzluk birçok kronik hastalık için olduğu gibi depresyon içinde önemli ve sık rastlanılan bir sorundur. Depresyon hastalarında ideal koşullarda uygun doz ve sürede antidepresan kullanımı ile hastaların ancak üçte birinde yanıt alınabilmekteyken, bu oran tedaviye uyum sorunları nedeniyle daha da aşağıya çekilebilmektedir (Bollini ve ark., 2006). Hansen ve Kessing (2007) tedavi uyumsuzluğunun depresyon hastalarında sonlanımı belirleyen başlıca etken olduğunu öne sürmüştür. Depresyon hastalarında tedaviye uyumsuzluğun artmış özkıyım riski, kronik hastalık süreci, kötü psikososyal sonlanım ile ilişkili olduğu saptanmıştır (Weiss ve Gorman, 2005).
Majör depresyon hastalarında tedavi uyumunda bozulma iki farklı davranış şeklinde karşımıza çıkar: birincisi hastaların tedaviye başlamaması veya zamanından önce son vermesi, ikincisi hastaların önerilenden daha az ya da çok miktarda ilaç almasıdır (Rush, 1999; Jeon-Slaughter, 2012). Randomize kontrollü çalışma sonuçları hastaların %20-40’ının ilk 6 ay içerisinde antidepresan kullanmayı bıraktıklarını göstermektedir (Frank ve Judge, 2001). Doğal izlem çalışmalarında ise ilk 6 ay içinde bu oran %50’ye ulaşabilmektedir (Demyttenaere, 2003). Özellikle ilk 6 hafta tedavi uyumsuzluğu ve artmış özkıyım riski nedeniyle depresyon tedavisinde kritik bir dönemdir (Datto ve ark., 2003). Bu dönemde daha çok hasta-doktor iletişiminde yaşanan sorunlar, ilaç etkisi henüz ortaya çıkmadan yan etkilerin ortaya çıkması nedeniyle tedavi uyumu bozulmaktadır (Bull ve ark., 2002; Stassen ve ark.,
Depresyon tanısı ile izlenen hastaların, %26’sının tedavinin akut döneminde, özellikle ilk 2 haftada ilaç kullanmayı bıraktığı belirlenmiştir (Warden ve ark., 2007b).
Bipolar Spektrum Ozellikleri
Bipolar spektrum özellikleri
Bipolar depresyon, başlangıç yaşı, mizaç özellikleri, aile öyküsü, ek tanılar gibi belirli özellikleri ile unipolar depresyondan ayrılabileceği öne sürülmektedir (Azorin, 2011). Majör depresif bozukluk tanısı ile izlenen hastaların tanılarının yeniden gözden geçirildiği bir çalışmada, ikinci değerlendirme sonrası bipolar 2 tanılı hastaların sayısında (%22’den %40’a) belirgin artış saptanmıştır (Hantouche ve ark., 1998). Dolayısıyla, unipolar ve bipolar depresyon ayrımını tedavi başlangıcında yapmak her zaman mümkün görünmemektedir. Bu ayrıma yardımcı olarak saptanan kimi demografik ve klinik özellikler bipolar spektrum içinde değerlendirilmektedir.
Diğer özelliklerin yanı sıra, tedavi yanıtı ya da yanıtsızlığının da bipolar spektrumla ilişkili olduğuna işaret eden çalışma bulguları vardır. Tedaviye dirençli depresyon olarak değerlendirilen veya tedaviyi tolere edemeyen hasta gruplarının klinik izlem sonucunda çoğunlukla bipolar depresyon tanısı aldığı bildirilmektedir (Correa ve ark., 2010). Tedaviye erken dönem yanıtsızlığın bipolar depresyonu olan hasta gruplarında, unipolar depresyonu olan hasta gruplarına göre daha fazla olduğunu saptanmıştır (Ghaemi ve ark., 2004).
Tedaviye dirençli depresyon klinik ve demografik özelliklerini araştıran çalışma sonuçlarında duygudurum bozuklukları ölçeği ile bipolaritenin belirlendiği, üçten fazla depresyon dönemi geçiren, antidepresan tedavi sırasında etki kaybı gözlenen, bir önceki depresyon döneminde kısmi düzelme gözlenen, ilk depresyon dönemi yaşı 20’nin altında olan hastaların bipolar spektrum lehine değerlendirilmesi önerilmektedir (Sharma ve ark., 2005; Dudek ve ark., 2010). Sonuç olarak, antidepresan ilaç tedavisiyle gözlenen yanıtın bipolar spektrum özellikleriyle ilişkili olabileceği düşünülmektedir.
Depresyonun İlac Tedavisi ve Tedaviye Yanit
Depresyonun İlaç Tedavisi ve Tedaviye Yanıt
Majör depresyon tedavisinde diğer kronik hastalıklarda olduğu gibi tedavi sonlanım hedefinin belirlenmesi tedavi sürecini netleştirir ve uygun sürede ilaç kullanımına imkân verir. Geçmişte antidepresan tedavi ile ‘yanıt’ alınması yeterli bulunmuş ve birçok ilaç çalışmasında tedavi yanıtı ölçüt alınmıştır. Tedavi kılavuzlarında, 1993 ve sonrasında depresyon tedavisinde temel hedefin düzelme olduğu vurgulanmaya başlamış, günümüzde düzelme ve iyileşme temel hedef haline gelmiştir (Keller 2003, Andrew ve ark., 2003). Antidepresan ilaç etkinliği üzerine yapılan çalışma sonuçları, belirlenen hedefe çok yakın olmadığımızı göstermektedir.
Majör depresif bozuklukta, tedavi etkinliğini araştıran birçok çalışma yürütülmüş ve farklı aralıklarda sonuçlar elde edilmiştir. Tedaviye yanıt oranlarının %53-80 arasında değiştiği gözlenmektedir (Fava ve Davidson, 1996; Papakostas ve Fava, 2006; Hennings ve ark., 2009). Uzun dönemde depresyonun prognozuna etkisi yanıttan daha çok vurgulanan iyileşme ve düzelme oranları ise daha düşüktür (Judd ve ark., 2000b). Çalışma sonuçlarında düzelme oranlarının %50’nin altında olduğu belirlenmiştir (Petersen ve ark., 2005; Rush ve ark., 2006; Gaynes ve ark., 2008). Bugüne kadar yapılan en büyük depresyon tedavi çalışmalarından olan ve dâhil etme ölçütleri ile klinik uygulamadaki gerçek hasta grubunu yansıtmayı hedefleyen çok merkezli randomize kontrollü bir çalışma olan STAR*D çalışmasında, düzelme sonlanım ölçütü olarak alınmış ve düzelme gözlenmeyen hastalarda uygulanan farklı tedavi seçeneklerinin birbirlerine olan üstünlükleri araştırılmış ve klinik uygulamalar için önemli sonuçlar elde edilmiştir. Çalışma toplam 4 basamakta yürütülmüş ve hastalar 1. basamakta 14 hafta gibi uzun bir süre ile sitalopram tedavisi ile izlenmiştir. Görece uzun izlem süresine rağmen hastalarda ancak %47 oranında yanıt ve %30 oranında düzelme saptanmıştır (Gaynes ve ark., 2008). Güçlendirme veya ilaç değişikliğinin yapıldığı 2. basamakta yanıt oranı %31’e düşmektedir (Warden ve ark., 2007a). 3. ve 4. basamakta tedaviye dirençli olarak tanımlanabilecek olan hasta gruplarında güçlendirme (tiroid hormonu ve lityum ile) veya ilaç tedavilerinde değişiklik yapılmıştır. İzlemde her bir basamakta giderek azalan oranlarda düzelme elde edilmiştir. Birinci basamak sonuçlarına göre yanıt oranları düzelme oranları ile kıyaslandığında daha yüksektir (Gaynes ve ark., 2008). Yanıt veren tüm hastalarda, düzelmenin gözlenmemesi dikkat çekicidir ve tedavi sonucunda düzelme oranını arttıracak yeni tedavi seçeneklerinin araştırılmasının gerekliliğini göstermektedir. Düzelme gözlenmeyen hasta gruplarında yineleme riski ve bedensel belirti sıklığında artış, sosyal işlevsellikte bozulmanın daha sık gözlendiği, prognozun daha kötü olduğu gösterilmiştir (Mathys ve Mitchell, 2011).
Majör depresyonda tedaviye yanıt, düzelme ve iyileşme oranlarındaki farklılıklar çalışma deseni, sonlanım ölçütlerini değerlendirmede kullanılan ölçekler, önerilen antidepresan ilaç, depresyona eşlik eden diğer eksen tanılardaki farklılık ile açıklanabilir (Naudet ve ark., 2011). Tüm bu değişkenler içerisinde en belirleyici etken çalışma desenidir ve randomize kontrollü çalışmaların gözlemsel çalışmalara göre daha yüksek tedaviye yanıt oranları ile sonuçlandığı ve bir tedavinin etkinliğini ve güvenirliliğini test etmede altın standart olduğu belirtilmektedir (Naudet ve ark., 2011). Ancak bir ilacın günlük uygulamalardaki etkililiği, örneklemin çeşitli ölçütlerle sınırlandığı etkinlik çalışmalarıyla elde edilen bilgilerle kestirilemeyebilir. Antidepresan tedavi sonlanımına yönelik çalışmalarda, dışlanma ölçütlerine uygun bulunan ve çalışmalara alınan depresyon hastaları arasında önemli farklılıklar olduğu gösterilmiştir (Seemüller ve ark., 2010). Bu durum, doğal uygulamadakine benzer hasta topluluklarıyla yapılmış çalışma sonuçlarını değerli kılmaktadır. Çoğu çalışmanın ortak sonucu düzelme oranlarının %50’nin altında olduğu yönündendir (Keller ve ark., 2000; Trivedi ve ark., 2006; Entsuah ve ark., 2001). Sonuç olarak bu oranın klinik uygulamalarda beklentileri karşılayacak düzeyde olmadığını görülmektedir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)