29 Aralık 2011 Perşembe

TÜRKİYE KRONIK HASTALIKLARIN ÖNLEME MERKEZİ OLACAK

Kanser kontrol politikalarının artık “hükümet” politikası olmaktan çok “global” bir toplumsal politikası olarak ele alınması gerektiğini dile getiren Kanserle Savaş Dairesi Başkanı Prof.Dr.A.Murat Tuncer, “Yapılan ikili çalışmalarda Türkiye’nin bölgede kronik hastalıkların önlenmesinde bölgesel eğitim merkezi olması için bir proje üzerinde çalışılması konusunda kararlar alındı” dedi.

New York BM (Birleşmiş Milletler-UN)’de düzenlenen NCDs “high-level NCDs (noncommunicable Diseases-Bulaşıcı olmayan kronik hastalıklar)” toplantısına 130 kadar ülke katıldı. Ülkemizi bu toplantıda Kanserle Savaş Dairesi Başkanı Prof.Dr.A.Murat Tuncer temsil etti. Genel Kurul toplantısında bir konuşma yapan Prof.Dr. A. Murat Tuncer, bulaşıcı olmayan kronik hastalık yükünün kanser, obezite, hipertansiyon, şeker gibi tüm dünyanın en önemli sağlık sorunu olduğunu ve bu hastalıklar arasında da kanserin giderek önem kazandığını kanser kontrol politikalarının artık hükümet politikası olmaktan çok global bir toplumsal politika olarak ele alınması gerektiğini anlattı.

Prof. Dr. Tuncer ayrıca, Birleşmiş Milletler bünyesinde değişik enstrümanlar kullanılarak fakir ülkelere kronik hastalıkların kontrolü için destek olunması gerektiğini, insan kaynakları ve kapasite arttırımı konusunda yardımlaşmanın önemle ele alınması gerektiğini bildirdi. Türkiyenin kanser kontrolunda aldığı yol, edindiği tecrübe ve IARC (Uluslararası Kanser Araştırma Ajansı) a üyelik süreci konusunda bilgi verdi.

Kanser Kontrolünde Yaşanan Analitik Değişiklik

Türkiyenin edindiği bilgi ve tecrübeyi diğer ülkelerle paylaşmaya ve destek olmaya hazır olduğu konusunda bilgi veren Prof. Dr. Tuncer, “round-table” toplantısında kanser kontrolünde yaşanan analitik değişikliği ve dünyanın neler yapması gerektiği konusunda konuşma yaptı.

Dünyada Dengeler Sağlanmalı

Bill Clinton Vakfinin desteklediği “Tütün Kontrolunda Başarı örnekler” başlıklı toplantıda Türkiye’de tütün kontrolu konusunda alınan yol, başarının formülü konusunda konuşma yapan Prof.Tuncer, sivil toplum örgütleri ve devlet arasında sağlanan harmoninin başarıdaki önemine değindi. Fiziksel Aktivitenin kronik hastalıkların önlenmesindeki önemi konusundaki toplantıda ülkemizde sürdürülen “sağlığın teşviki” programındaki gelişmeleri anlattı. Ayrıca Dünyaya global olarak bakılmasına dikkati çeken Prof.Tuncer dünyanın bir yerinde şişmanlığın önlenmesine dikkat çekerken başka bir yerinde insanların açlıktan öldüğüne, çocukların fiziksel aktivitesi için bisiklet ve basketbol projeleri üzerinde çalışılırken ayakkabısı olmayan milyonlarca çocuğun unutulmaması gerektiğine dikkat çekti.

Prof.Tuncer, “Yapılan ikili çalışmalarda Türkiye’nin bölgede kronik hastalıkların önlenmesinde bölgesel eğitim merkezi olması için bir proje üzerinde çalışılması konusunda kararlar alındı. Bu konuda önümüzdeki günlerde projenin ilerlemesi için çalışılacak” dedi.

28 Aralık 2011 Çarşamba

BİR DANS DEHASI VE ŞİZOFRENİNİN BELGESELİ

Dahi olarak tanınan Rus asıllı bale sanatçısı Vaslav Nijinsky’nin hayatından yola çıkılarak hazırlanan Şizofreni belgeselinde Doç. Dr. Haldun Soygür, hastalık belirtilerini Nijinsky’nin hayatından yola çıkarak anlatıyor.



İlk defa psikiyatrik bir hastalık olan “Bir Dans Dehası ve Şizofreninin Belgeseli” çekildi. Şizofreni hastalarına hayatını adayan Doç. Dr. Haldun Soygür, yazdığı şizofreni kitapları ve Mavi At Kafe’nin açılmasına verdiği destekle şizofreni hastalarının daha iyi anlaşılmasını ve hayata atılmalarını sağlamasının yanı sıra yine bir ilke imza atarak “şizofreni belgeseli” çekti. Konusunu ve senaryosunu kendisinin belirlediği ve Abdi İbrahim ilaç firmasının koşulsuz desteklediği belgesel ilk kez Psikiyatri kongresinde gösterildi.



Şizofreninin İsim Babası Olan Eugene Bleuler Tanısını Koyuyor

Ülkemizde 700 bine yakın şizofreni vakası olduğuna dikkat çeken Doç. Dr. Soygür, belgeselde Rus balet olmalı Vaslav Nijinsky'nin hayatını ele alıyor. Vaslav Nijinsky’nin, şizofreninin isim babası olan Eugene Bleuler tarafından tanısı konuluyor. 647 hastayı kapsayan gözlemlerini 1908'de yayımlayan Bleuler, şizofreni terimini ilk kez bu incelemesinde kullanıyor. Bleuler, 1911’de Şizofreniler Grubu kitabını yayınlıyor. Şizofreni hastalarının gösterdiği belirtilerin anlatıldığı belgeselde ne gibi durumlarla karşılaşıldığı, tedavisinde nelerin eksik olduğu ve günümüz tedavileri ile karşılaştırılması detaylı şekilde yer alıyor.

Rus balesinin dahisi olarak bilinen Nijinsky'nin günlüklerine de değinilerek, edebi yönün ele alınmasının yanı sıra şizofreni hastasının neler hissettiği davranış örnekleri ve dönemin insanları ile birlikte anlatılıyor.



“Bir Dans Tanrısı ve Şizofreni”

Rus asıllı bale sanatçısı Vaslav Nijinski başarılı tekniği, duygulu yorumları ve büyük sıçramalarıyla bale tarihinde bir efsane yaratıyor.

17 Aralık 1889'da Tomasz Niżyński ve Eleonora Bereda'nin çocuğu olarak dünyaya gelen Nijinsky, ebeveynleri gibi balet olur. Rusya'da Kiev'de doğan Nijinsky, dokuz yaşında St. Petersburg'daki Çarlık Bale Okulu'na girer. Daha öğrenciyken üstün yeteneğiyle çevresinde büyük bir hayranlık uyandırır. Yükseğe sıçramakta o kadar başarılıdır ki, yerçekimine meydan okuyarak sonsuza kadar havada kalacakmış izlenimini verir. Aynı zamanda, üstlendiği her rolü kendinden önceki erkek dansçılarda görülmemiş bir yorumla sunan özgün bir sanatçıdır.

Nijinski’nin Yaşamı

Nijinski 1907'de St. Petersburg'daki tanınmış Mariinski Tiyatrosu'na baş dansçı olarak katılır. Orada ve Moskova'da birçok klasik balede başrole çıkar. I909'da, klasik baleye çağdaş bir görünüm kazandıran Sergey Diaghilev'in yeni kurmuş olduğu Rus Balesi adlı toplulukla Paris'e gider. Daha ilk gösterisiyle büyük bir hayranlık uyandıran topluluğun yıldızı Nijinsky'dir. Romantik dönemden beri dikkatlerin odaklaştığı kadın dansçıların yerini ilk kez bir erkek alır, olağanüstü yeteneği ve zarifliğiyle neredeyse bir mucize yaratır. Özellikle Nijinsky için baleler düzenlenir. Aynı zamanda devrimci bir koreograf olan Nijinsky, sahneye koyduğu balelerle de ateşli tartışmalara neden olur.

1913 Ağustos'unda soylu bir Macar ailesinden gelen Romola Pulszky ile evlenen Nijinsky, Diaghilev'in topluluğundan ayrılır. 1916'da Kuzey Amerika'daki bir turnede psikolojik bir hastalığın ilk belirtileri görülür. 1919’da ağır bir sinir krizinden sonra Şizofreni teşhisi konulur ve Nijinsky, bundan sonraki hayatını psikiyatri kliniklerinde, hasta bakıcılarla geçirir. 1950'de Londra'da ölen Nijinsky, üç yıl sonra Paris'e gömülür. Sanat yaşamının çok kısa sürmesine karşın, ünü günümüzde de sürmektedir.
Nijinsky’nin Günlüğü

Geçtiğimiz yüzyılın dâhilerinden kabul edilen Nijinsky, alışılmadık düşünce ve duygu evreniyle “dış” dünyanın uyuşmaması sonucu ömrünün yarısını akıl hastanelerinde geçirir. Bu zorlu yolculukları öncesinde kaleme aldığı ve çok sonraları kızının eşyaları arasında bulunan günlüğü, bir dâhinin dünyanın “normal” insanları ve çarkları arasında nasıl yitip gittiğini çarpıcı biçimde ortaya koyar. Nijinsky’nin Günlüğü, saf bilincin sınır tanımayan akışıyla, yeryüzü medeniyetine ilişkin derin bir sorgulama fırsatı sunar.

Şizofreni, Kişiden Kişiye Farklılık Gösteriyor

Şizofreninin neden olduğunun henüz tam bilinmediğini kaydeden Doç. Dr. Haldun Soygür, hastalığın daha çok bir gençlik hastalığı olduğunu ve hastaların toplumda damgalanmasının ise tedavi süreçlerini olumsuz etkilediğini belirtti. Doç. Dr. Soygür, ruhsal bozukluklar içinde önemli bir yer tutan şizofreninin, kişiden kişiye farklılık gösterdiği ve somut verileri olmadığı için toplumun ilgisini çekmenin zor olduğunu kaydetti.

Şizofreniye Gençlerde Daha Sık Rastlanıyor

Hastaların 18-25 yaş arasında yoğunlaştığını ama her yaşta da görülebileceğini söyleyen Doç. Dr. Soygür, hastalığın hasta kadar yakınlarını ciddi anlamda etkilediğini ifade etti. “Şizofreniye kalıtımın bir rolü vardır, bir insanın hastalığa yakalanma riski yüzde 1'dir. Kardeşlerinden birinde hastalık varsa bu yüzde 8'dir. Katılımsal faktörlere çevresel faktörler de eklenir” diyen Doç. Dr. Soygür, hastalık genetik bir geçişlilik gösterse de çevre şartlarının hastalığın ortaya çıkmasında ciddi etkileri olduğunu ifade etti. Doç. Dr. Soygür, anne adayının hamileliğinde geçirdiği rahatsızlıkların, doğumda bebeğin oksijensiz kalması ve beslenme tarzı gibi birçok etkenin hastalığın ortaya çıkmasında risk faktörü olduğuna dikkat çekti.

“Şizofreni Hastası, Bizim Duymadığımız Şeyleri Duyabilir”

Doç. Dr. Haldun Soygür şizofreni ile ilgili şunları söyledi: “Şizofreninin belirtileri ve bulguları çok renkli ve karmaşıktır. Bu hastalığın aktif olduğu evrede hastanın gerçeği değerlendirme yetisi bozulabilir. Buna bağlı olarak da kişide birtakım gerçek dışı düşünceler, hezeyan ve varsanı ortaya çıkabilir. Algılama bozuklukları ortaya çıkar. Kişi bizim duymadığımız şeyleri duyabilir, duyabilir, bizim koklamadığımız kokuları koklayabilir. Duygusal tepki vermekte zorlanır. Bu dönem şizofrenin psikotik dönemidir. Ama hastalık sadece psikozdan ibaret değildir. Bu belirtiler pozitif belirtilerdir. Bir de negatif belirtiler vardır. Bunlar içe kapanma, izolasyon, hiçbir şey yapmama isteği, motivasyon kaybı gibi. Şizofreni zekâyla ilgili bir hastalık değildir. İnsan dâhi olabilir ama bu, şizofreni olmasına engel değildir.”


Ahmet Maranki'den Doğal Antibiyotikler

Toplumumuzda sağlıkla ilgili herşey ilaca bağlanır. İlaçlara karşı bağımlılığımız var.Boğazlarımız biraz ağrıyınca veya biraz öksürünce gelişi güzel bir antibiyotik alırız.Bu antibiyotikler de balgamı söktürmez, vücuttan mikrobu çıkaramaz. Antibiyotikler zamanla vücutta bağışıklık sağlarlar ve etkileri kalmaz.
Bunların yerine bizim doğal antibiyotikler kullanmamız lazım.
Doğal antibiyotikler nedir?
Sarımsak, soğan doğal antibiyotiktir. Bunları çok fazla tüketmek lazımdır.
Özel reçete olarak tavsite ettiğimiz doğal antibiyotik tarifi :
Malzemeler:
  • 1 baş sarımsak
  • Yarım limon
  • Yarım litre su
  • Cam kavanoz
  • ailüminyum folyo
Hazırlanışı: 500 CC (yarım litre) kaynatılmış soğumuş suyu cam bir kavanoza koyduktan sonra içine kabukları soyulmuş bir baş sarımsak, yarım limonu kabuğuyla dilim dilim doğrayıp atın.
Kapağını kapattıktan sonra (alimünyum folyoyla sararak ışık almasını engelleyebilirsiniz) karanlık bir ortamda 4 gün bekletin. Dört gün beklettikten sonra içinden posasını alın.
Her kışa girerken bir kaç defa bu doğal antibiyotiği tekrarlarsanız savunma mekanizmanız güçlü olur.
Kullanımı: Her yemekten 15 dakika önce aç karnına bir yemek kaşığı içebilirsiniz.
Dışarıdan gelen mikrop ve virüslere karşı etkilidir.Hiç bir yan etkisi de yoktur. Limonu hayatınızdan çıkartmayın.
Tarifimiz bir kişiliktir. Daha fazla su ve ölçüyle de yapabilirsiniz.
Prof. Dr. Ahmet Maranki

Ahmet Maranki'nin kaleminden Duvar Otu

Önerilen hastalıklar: Öksürük ve bronşite faydalıdır. Kabızlığı giderir, safra taşını döker. Solunum yolları spazmını giderir. Romatizmaya etkilidir.

Kullanım şekli ve dozu: Kurutulmuş yaprak ve meyveleri kullanılır. 1 litre sıcak suya ufalanmış yapraktan 1 fincan koyularak içilir.

Ev ilaçlarında kullanılmamalıdır. Çok zehirli bir bitki olduğundan çok dikkat edilmelidir.

Prof. Dr. Ahmet Maranki & Elmas Maranki
Kozmik Bilim Işığında Şifalı Bitkiler

27 Aralık 2011 Salı

“AYNALI ODA” GAZİ TIP’TA

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin, ''çocuk istismarı'' konusunda hazırlanan Stratejik Plan'ı tamamlamak üzere olduklarını belirterek, "Aynalı oda sistemi ile kayıtla ve bir defa bütün karar verici mekanizmadaki herkesin onu dinlediği, kaydettiği ve onu kullandığı bir sistemi pilot çalışma olarak başlattık" dedi.



Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatri Anabilim Dalı ve Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Koruma Merkezi tarafından düzenlenen ''Çocuk İhmal ve İstismarında Neredeyiz, Ne yapabiliriz?'' başlıklı panel, üniversitenin Konferans Salonu'nda düzenlendi. Fatma Şahin'in de katıldığı panelin açılışını, AK Parti Kahramanmaraş Milletvekili Yıldırım Ramazanoğlu, Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Peyami Cinaz ile Gazi Üniversitesi Çocuk Koruma Merkezi Müdürü ve Çocuk Sağlığı Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ufuk Beyazova yaptı.



“Çocukları İstismar Edenler Genellikle Erişkin”

Beyazova, açılışta yaptığı konuşmada, panelde istismar ve ihmal konusunda çözüm yollarının arandığını, sorunların ele alındığını söyledi. Çocuk istismarı denildiğinde çocuğun dövülmesi, yaralanması, cinsel olarak istismar edilmesi, dışlanması, gözden uzak tutulması ve haklarının verilmemesinin anlaşıldığını ifade eden Beyazova, çocukları istismar edenlerin genellikle erişkinler olduğunu vurguladı. Beyazova, “Çocukları, onun en yakınında olan anne ve babası, abisi, akrabası, komşusu, çevresindeki meslek adamları, polis, hukukçu ve bunların dışında toplum da istismar edebiliyor. Çocukların lehine olan yasaların uygulanmasında geç kalınabiliyor. Ortaya çıkmış güzel yasaların yanlış yorumlanması yoluyla da çocukları haklarından edebiliyoruz” dedi.


“Aynalı Odada Bizim Oluşturduğumuz Merkezi Örnek Alındı”

Prof. Dr. Peyami Cinaz, çocuk suiistimallerinin yeni bir konu olmadığını belirterek, yıllardan bu yana çocuk istismarının görüldüğünü, ancak akademik düzeyde yeterli ilgi gösterilmediğini ifade etti. Basında “aynalı oda” olarak yer alan uygulamanın da Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesindeki Çocuk Koruma Merkezinden örnek alındığını ve pilot olarak uygulanmaya başlandığı dile getiren Cinaz, şunları söyledi: “Bizim oluşturduğumuz merkezi örnek alarak, bu modeli oluşturdular. Biz, yıllar önce başladık. Bu merkezde, istismara uğrayan çocuğa muayene yapılıyor. Daha sonra aile dinleniyor ve istismarı yapan kişinin belirlenmesine çalışılıyor. Bu belirlendikten sonra da bu savcılığa rapor halinde bildiriliyor” diye konuştu.



“Uluslararası Birçok Anlaşma Kadına Yönelik Şiddet ve Çocuk İstismarında İmzalandı”

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin, kadına yönelik şiddetin ve çocuk istismarı konularının beraber ele alınması gerektiğine dikkat çekerek, "Bu kadar büyük gayrete rağmen eskisinden çok daha çözüm odaklı gitmemize rağmen hala neden bu olayları çözemiyoruz, nedir bu eksiğimiz diye bakacak olursak aslında kadına yönelik şiddette de, çocuk istismarında da özellikle son 10-15 yıllık süreçte uluslararası birçok anlaşmayı iki alanda da imzalamışız. Kendi iç hukukumuzda yapmamız gereken birçok yasal düzenlemeyi başarmışız" dedi.

Kadına yönelik şiddet ve çocuk istismarı konularında hukuki olarak Türkiye’nin çok önemli hukuksal gelişme kaydettiğini belirten Şahin şunları kaydetti: “Birleşmiş Milletler’in insan hakları, çocuk hakları, kadına karşı her türlü ayrımcılığın önlendiği sözleşmesini ilk imzalayan ülkelerden biriyiz. Son on yılda da özellikle Türk Ceza Kanunu 35 yıl sonra değiştirildi. Çocuk istismarıyla ilgili kısımlar şuanda Avrupa Birliği’ndeki ülkelerdeki bakış açısıyla yeniden yapılandırıldı. Aynı şekilde kadınlarla ilgili kısımda da, kadının iş hayatını düzenleyecek İş Kanunu’nda eşit işe eşit ücret düzenlemesi yapıldı. TCK’daki en büyük kazanım kadının ve çocuğun insan haklarının üzerinde cezai uygulamaların arttırıldığı bir yapıya dönüştürüldü. Daha önceki töre ve namus cinayetlerindekilerin hepsi kaldırıldı. Ve nitelikli adam öldürme suçundan cezalar verilmeye başlandı. Aile mahkemeleri, çocuk mahkemeleri kuruldu beraberinde. Kadına yönelik şiddetle ilgili 4320 dediğimiz ve 98 yılında aslında yasalaşan Aile Mahkemesi’yle uygulamaya giren süreç yani şiddet uygulayan erkeğin uzaklaştırılması 2003`ten beri çalışıyor. Çocuklarla haklarıyla ilgili kısım da en son Çocuk Koruma Kanunu’yla yapılan düzenlemelerde hukuki birçok konuyu oluşturduğumuzu görüyoruz.”



“Bir Stratejik Planlama Yapalım Dedik”

Çocuk istismarıyla ilgili olarak Bakan Şahin, “Bir stratejik planlama yapalım dedik. Nelere ihtiyacımız var, kiminle işbirliği yapmamız gerekiyor. Bir yıl önce çocuk kurultayında çıkan bir stratejik plan var. Milli Eğitim Bakanlığı ile ne yapmak lazım, Sağlık Bakanlığı ile ne yapmak lazım, Adalet Bakanlığı ile ne yapmak lazım, üniversiteler ve yerel yönetimlerle ne yapmak gerekiyor. Stratejik planın çalışmalarını tamamlamak üzereyiz. Genel müdürlerimiz bir araya geldiler, bu işin stratejik planlamasını yaptılar. Ama kadındaki çerçeve gibi çocuktaki genel çerçeveyi, bütün mevzuatı birleştirerek tek çatı altında birleştirecek mekanizmayı düzenlememiz lazım” diye konuştu.

Ankara’nın Yenimahalle ilçesinde faaliyet gösteren çocuk izleme merkezlerini anlatan Şahin, "Orada cinsel istismara uğrayan çocuklarımızın, aynalı odada, yaşadığı olayı insani olmayacak şekilde her kuruma defalarca anlatmasının o çocuğun o kadının nasıl psikolojisini bozacağını hepimizin empati yaparak anlaması gerekiyor. Aynalı oda sistemi ile kayıtla ve bir defa bütün karar verici mekanizmadaki herkesin onu

dinlediği, kaydettiği ve onu kullandığı bir sistemi pilot çalışma olarak başlattık” açıklamalarında bulundu.

“Uygulama Sağlık Bakanlığı’yla Beraber Bütün Türkiye’ye Yaygınlaşacak”

Şahin, sistemin Sağlık Bakanlığı’yla beraber bütün Türkiye`ye yaygınlaşmasını ve hukuki alt yapısını önemsediklerini anlatarak, "Çocuk istismarı ile ilgili yasal alt yapıyı yaparken de çocuk izleme merkezlerinin hukuki alt yapısını güçlendirmemiz gerekiyor" dedi.

“HASTALARIMIZ İSTİSMAR EDİLİYOR”

47. Ulusal Psikiyatri Kongresi’nde düzenlenen basın toplantısında konuşan Türkiye Psikiyatri Derneği Bilimsel Toplantılar Düzenleme Kurulu Başkanı Prof. Dr. Mine Özmen, yaşam koçluğu, NLP gibi uygulamaların “terapi” olmadığını vurgulayarak, “Psikoterapi ile fizyoterapiyi karıştırmakta ve psikoterapinin boyun fıtığı, felç, özürlülük gibi durumlarda yapıldığını düşünülmektedir. Halkımızın bilgi eksikliğine ülkemizde denetimlerin de yetersiz olması eklenince ucube tedaviler, şarlatanlık diyebileceğimiz uygulamalar, ciddi sınır ihlalleri ve etik sorunlar ortaya çıkıyor, hastalarımız istismar ediliyor” dedi.

26-30 Ekim tarihinde düzenlenen 47. Ulusal Psikiyatri Kongresi, Maritim Pine Beach Resort, Belek Antalya’da yapıldı Konusu "21. Yüzyılda Psikoterapi" olan kongrede, 4 gün boyunca psikiyatri alanında yurt içi ve yurt dışından katılan uzmanlar ile birlikte bilimsel toplantı ve tartışmalar yer aldı. Düzenlenen basın toplantısında konuşan Türkiye Psikiyatri Derneği Bilimsel Toplantılar Düzenleme Kurulu Başkanı Prof. Dr. Mine Özmen, psikiyatrik tedavinin bir bütün olduğunu belirterek, kişinin hem biyolojik hem de psikososyal gereksinimlerine göre ayarlanması gerektiğini söyledi. Özmen, yaşam koçluğu, NLP gibi uygulamaların terapi olmadığını kaydetti.

“Psikoterapi Bilinmiyor”
Türk halkının psikoterapi konusunda yeterli bilgiye sahip olmadığını da vurgulayan Özmen, yapılan bir anket çalışmasına katılanların çoğunun psikoterapiyi derdini anlatarak rahatlama ve fikir danışma olarak gördüğünü vurguladı. Özmen, şöyle konuştu: “Psikoterapi ya da halk arasındaki tanımı ile “konuşma tedavisi”, düşünce, duygu ve davranışları konuşma, ilişki kurma yolları ile etkileyerek değiştirme ve iyileştirme demektir. İstanbul Üniversitesinde, tıp fakültelerinde yaptığımız bir anket çalışmasında katılımcıların önemli bir kısmının psikoterapiyi derdini anlatarak rahatlama ve fikir danışma olarak gördüğü saptanmıştır. Üçte ikisi psikoterapinin hangi durumlarda yapıldığını bilmemekte, önemli bir kısmı, özellikle eğitim düzeyi düşük olanlar psikoterapi ile fizyoterapiyi karıştırmakta ve psikoterapinin boyun fıtığı, felç, özürlülük gibi durumlarda yapıldığını düşünmektedir. Katılımcıların çoğu devlet kurumlarından psikoterapi alabileceğini düşünmesine karşın, psikoterapi uygulananların yaklaşık yarısı özel bir kurumdan bu hizmeti aldığını belirtmektedir. Halkımızın bilgi eksikliğine ülkemizde denetimlerin de yetersiz olması eklenince ucube tedaviler, şarlatanlık diyebileceğimiz uygulamalar, ciddi sınır ihlalleri ve etik sorunlar ortaya çıkıyor; hastalarımız istismar ediliyor”

“Kadınlar Yaşamın Her Alanında Şiddete Maruz Kalıyor”
TPD Merkez Yönetim Kurulu Üyesi Doç. Dr. Ayşe Devrim Başterzi, kadın ruh sağlığını etkileyen en temel iki sosyal faktörün, şiddete maruz kalma ve yoksulluk olduğunu bildirdi. Günümüzde bütün kadınlar geleneksel kavramların da etkisiyle fiziksel, cinsel, ekonomik, psikolojik şiddete maruz kalmakta olduğunu vurgulayan Başterzi şunları söyledi: ''Kadınların ne yapması, nasıl davranması, ne kadar eğitim alacağı, parasını nasıl harcayacağı, nasıl giyineceği, hatta kimle evleneceği gibi temel seçimleri kural koyucu, yasa koyucu erkekler tarafından belirlenmektedir. Kadınların eğitilmemeleri, emekleri karşılığında ücret almamaları ve erkeklerden daha düşük ücret almaları, daha düşük sosyal konumda yer almaları şiddete uğramalarını arttırmaktadır. Ülkemizde kadınlar yaşamın her alanında şiddete maruz kalmaktadır. Ama kadınlar hala en çok, en yakınlarındaki, en sevdikleri kişilerce ev içi şiddete maruz bırakılmaktadırlar.''

“Kadın Cinayetlerini Önceden Kestirmek Mümkün”
Kadın cinayetlerini önceden kestirmenin mümkün olduğunu da söyleyen Başterzi, kurbanların öldürülmeden önceki yıl eşleri tarafından yoğun şekilde şiddete maruz bırakıldıklarını dile getirdi. Kadın cinayetlerinin her geçen yıl arttığını belirten Başterzi, resmi olmayan rakamlara göre bu yıl sadece Haziran ayında 20 ilde 24 kadının öldürüldüğünü ileri sürdü.

“Her Üç Kadından Biri Fiziksel Şiddet Görüyor”
Başterzi, Türkiye'de 2007 yılında Ayşe Gül Altınay ve Yeşim Arat tarafından yapılan "Türkiye'de Kadına Yönelik Şiddet" başlıklı geniş ölçekli araştırmadan elde edilen sonuçları şöyle açıkladı: "Her üç kadından biri fiziksel şiddet görmektedir. Hayatı boyunca eşinden en az bir kez fiziksel şiddet görmüş kadınların oranı Türkiye genelinde yüzde 39'dur. Boşanmış ve ayrılmış kadınların yüzde 78'i fiziksel şiddete maruz kalmaktadır. Eğitim düzeyi arttıkça fiziksel şiddet gördüğünü söyleyen kadınların oranı azalmaktadır. Okuma yazma bilmeyen kadınlar arasında en az bir kez fiziksel şiddete maruz kaldığını söyleyenlerin oranı yüzde 43 iken, yüksek öğrenim görmüş kadınlar arasında bu oran yüzde 12'dir. Hem kadının hem de eşinin eğitim düzeyi azaldıkça aile içi şiddet artmaktadır. Ailenin sosyoekonomik düzeyi yükseldikçe ev içi şiddet azalmaktadır."

26 Aralık 2011 Pazartesi

İşte Tüm Annelerin Merakla Beklediği Tarif!

Son zamanlarda herkesin konuştuğu hatta Obama’nın hanımının bile merak ettiği tarif; Pınar Labneli!

Herkes bu tarifi merak ediyor, lezzeti dünyanın bir ucuna yayılıyor.

Pınar Labneli Yedi Baharatlı Pasta’nın tarifini www.facebook.com/PinarLabne adresinden öğrenebilirsiniz.

Diğer Pınar Labne’li tarifleri herkesten önce öğrenmek için sayfayı takip etmeyi unutmayın!

Bir bumads advertorial içeriğidir.


Zayıflamaya yardımcınız olacak formüller

Yapılan araştırmalar ve testler sonucunda etkili olduğu söylenen ve aşırı kilolardan kurtulup kolayca zayıflamaya ve sürekli formda kalmaya yararlı besinler ve zayıflama formüllerini merak ediyorsanız yazımızın devamını okumalısınız.

1. Salatalık
Düşük kalori ve yüksek su içeren salatalık, formda kalmanızı ve zayıflamanızı sağlar. Sadece bir salatalıkta sadece 45 kalori vardır.

2. Kırmızı üzüm
Bir kâsede ortalama 80 kalori içerir, soğuk üzüm tatlı isteğinizi karşılayan mükemmel bir seçenek olabilir.

3. Yaz salatası
Ağırlıklı olarak düşük kalorili yaz sebzeleri içeren yaz salataları, kalori bakımından oldukça düşük ancak doyurucu ve zayıflatıcıdır.

4. Soğuk filtre kahve
Kafein sizi canlandırır. Kaymaksız süt eklenmiş filtre kahve, kan şekeri seviyenizin normal kalmasına ve metabolizmanızın çalışmaya devam etmesine yardımcı olur.

5. Izgarada pişirilmiş sebzeler.
Mantar, soğan, dolmalık biberler, kabak, patlıcan, kuş konmaz gibi sebzeleri ızgarada pişirin. Hem hazırlaması kolay hem de düşük kalorilidir. Zeytinyağı ile hafifçe yağladığınız sebzeler, tuz eklenerek yenilebilir.

6. Yağsız patlamış mısır
Mısır yağda yapıldığında kilo almanıza neden olabilir. Ancak bir kâse yağsız patlamış mısırda sadece 30 kalori ve 2 gr lif bulunur. Bunu yiyerek de zayıf kalabilirsiniz.

7. Yağsız çeşnili yoğurt
Serinlemenin en doğal yolu yoğurt aynı zamanda zayıflamanıza da yardımcı oluyor. Yağsız yoğurdun içerdiği karbonhidrat ve protein uzun süre tok hissetmenizi sağlar.

8. Şekersiz buzlu çay
İlk başta ‘şekersiz’ tanımlaması size hoş gözükmeyebilir. Kalorisiz doğal içecek buzlu çayınıza taze meyve dilimleri ekleyerek içeceğinizi tatlandırabilir, gecenizi serinletebilirsiniz.

9. Karpuz
Bol bol karpuz yiyin. Su ve C vitamini bakımından zengin olan karpuzun bir kâsesi veya suyu sadece 80 kaloridir.

10. Çorba
Midenizi yeni yapılmış ve biraz soğumaya bırakılmış domates çorbası ile doldurun. Bir kâse çorba sadece 50 ila 100 kalori arasındadır.
 

Neden egzersiz yapmalısınız?

Özellikle son yıllarda düzenli spor ve egzersizin önemi hızla artıyor. 

Uzmanlar, düzenli yapılan spor ve egzersizin, başta kalp sağlığı olmak üzere pek çok konuda vücuda yarar sağladığı görüşünde birleşiyorlar. Batılı gelişmiş ülkelerde insanların düzenli olarak spor ve egzersiz yaptığına değinen uzmanlar, ülkemizde de bu bilincin hızla artmasının sevindirici bir gelişme olduğunu belirterek “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” sözünü hatırlatıyorlar.

Uygun bir diyetle birlikte fiziksel etkinlik ve egzersiz, yalnızca zayıflayıp zinde kalmanızda değil, aynı zamanda genel sağlığınızın düzelmesinde ve hastalıkların önlenmesinde anahtar rolü oynar. Amacınız kilo vermek, kilonuzu korumak ya da yalnızca sağlıklı kalmaksa, haftada en az üç kez, günde en az 20 dakika egzersiz yapmanız sağlığınızı düzeltecektir.

Araştırmacılar, çevrede yapılan hızlı bir yürüyüş, yere düşen yaprakları toplamak ve asansör yerine merdivenlerden yürüyerek çıkmak gibi yaşam tarzıyla ilgili etkinliklerin, daha ağır egzersizleri yapamayan ya da sevmeyenlerin sağlığı için benzer yararlar sağladığını bildiriyorlar.

Unutmayın ki, düzeyi ne olursa olsun biraz egzersiz yapabilmek, hiç yapmamaktan iyidir. Sizin için hangi egzersizin uygun olduğunu doktorunuza danışın. Aksi takdirde yanlış egzersiz yaparak sağlığınızı tehlikeye atmanız işten bile olmaz… Uzmanlar, düzenli spor ve egzersizin yararlarını şöyle sıralıyorlar:

Egzersizin nelere yararı var?
- Kolesterol düzeylerini, kan akışını ve kalp işlevini düzelterek, kalp hastalığını önlemeye yardımcı olur.
- Yüksek kan basıncı olan kişilerde vücuttaki yağ miktarını azaltarak, kan basıncını düşürmeye yardımcı olur.
- Vücuttaki yağ miktarını azaltarak erişkinlik döneminde ortaya çıkan diyabetin önlenmesine ve kontrol altına alınmasına yardımcı olur.
- Uygun beslenme programıyla birlikte egzersiz, birçok hastalık için risk etmeni olan obezitenin önlenmesine ve kilonun kontrol edilmesine yardımcı olur.
- Kemik oluşumunu destekleyerek, kemik kaybını ve osteoporozu önler
- Sırt kasının gücünü, omurganın esnekliğini ve dayanıklılığını artırarak sırt/bel ağrısını önler.
- Benlik değerini ve enerjiyi artırır, duygu durumunu düzeltir ve stresi azaltır.

Fiziksel açıdan etkin değilseniz, hafif egzersizle başlayın. Süresini ve hızını aşamalı olarak artırın. Hoşlandığınız bir egzersiz seçip, uygun bir zamanda yapın. Sıkılmamak için birkaç çeşit egzersiz seçin. Egzersizi düzenli aralıklarla yapın. Maksimum yarar sağlamak için en az haftada 3 kez 20 dakika süreyle egzersiz yapmanız gerekiyor. Ailenizi ve çocuklarınızı düzenli egzersize alıştırın. Etkin anne babaların çocuklarının etkin olma ve erişkin dönemde de etkinliğini sürdürme olasılığı yüksektir.

Egzersiz yapacaksanız bunlara dikkat edin
Egzersiz doğru biçimde yapıldığında, hemen herkes için güvenlidir. Aşağıdaki durumlarda, sizin için hangi tip ve düzeyde egzersizin güvenli olduğu konusunda doktorunuza danışın:
- Hamileyseniz.
- Özellikle yüksek kan basıncı ya da kalp hastalığı nedeniyle herhangi bir ilaç kullanıyorsanız.
- Artrit gibi egzersizle şiddetlenebilen bir tıbbi durum söz konusuysa…
İşte bu durumlarda egzersizden kaçının.
 

Erkekler kadınlar için ne düşünüyor

İki erkekten biri "Sevgilim şişmanlarsa terk ederim" diyor...   

Erkeklere özel internet dergisi askmen ve kadın dergisi Cosmopolitan’ın işbirliğiyle oluşturulan anket, kadın ve erkek arasındaki farkı gözler önüne serdi.

7 bin erkek ve 1500 kadına sorulan onlarca soruyla oluşturulan çalışmada iki cinse de ilişkiler üzerine sorular yöneltildi. İşte erkeklerin yarısının, kadınların ise sadece yüzde 20’sinin “Sevgilim kilo alırsa onu terk ederim” dediği ankete ilişkin ilginç sonuçlar:

-  Erkeklerin yüzde 34’ü ciddi bir ilişki düşündükleri kadının sadık olması gerektiğini söylerken, kadınlarda bu oran yüzde 27. Erkeklerin yüzde 19’u kadının zekasını birinci sıraya koyuyor. Kadınlarda bu oran sadece yüzde 7.

Yüzde 72: Aldatmam
-  Erkeklerin yüzde 66’sı evliliğe inanıyor. Yüzde 20’si inandığı halde “Bana göre değil” diyor. Kadınların ise yüzde 77’si evliliğe inanıyor. İnanmayanların oranı sadece yüzde 7.

Facebook’a gizli bakış
-  Kadınların yüzde 86’sı “Erkek arkadaşınız şişmanlarsa onu terkeder misiniz?” sorusuna “Hayır” cevabını veriyor. Erkeklerin ise yüzde 53’ü kız arkadaşları şişmanlarsa onu terk edeceklerini söylüyor.

Yarısı cilt bakımı yaptırıyor
-  Erkeklerin yüzde 37’si başkalarının arabalarıyla ilgili ne düşündüğünü umursuyor.
-  Yüzde 51’i içtikleri içkinin ne kadar maskülen olduklarının kanıtı olduğunu düşünüyor. Maskülen erkeğin içeceği sorulduğunda ise yüzde 35’i bira, yüzde 28’i viski cevabını veriyor.
-  Yüzde 49’u düzenli olarak cilt bakımı yaptırdıklarını söylüyor.

Erkekler ağlar mı?
-  Erkeklerin yüzde 38’i kadınların en çok karın kaslarına baktığını düşünüyor. İkinci sırada ise kollar ve göğüs var.
 

Alerjisi olanlar beslenmeye dikkat etmeli

Bahar aylarına girdiğimiz şu günlerde alerji vakaların arttığını belirten uzmanlar, bünyesi alerjik reaksiyon gösterenlerin beslenme şekline dikkat etmesini tavsiye ediyor, aksi durumlarda küçük bir parça yer fıstığı veya kabuklu deniz mahsulünün bile ölüme neden olabileceği uyarısında bulunuyor.

Bahar aylarında sıkça ortaya çıkan rahatsızlıkların başında alerjiler geliyor. Polenlerin ortaya çıkması ile tetiklenen bahar alerjileri çoğunlukla zararsızdır ve kolayca tedavi edilebilirler. Ancak her alerji bu kadar masum değildir. Küçük bir parça yer fıstığı veya kabuklu deniz mahsulü alerjik bünyelerde ölüme yol açabilir.

Dahiliye Uzmanı Dr. Arzu Yalçın ölümle sonuçlanabilen alerjiler hakkında bilgi veriyor!

Alerjinin tanımı nedir?

Alerji, vücudun bir takım organik veya organik olmayan maddelere gösterdiği aşırı duyarlılık reaksiyonudur. Alerjik hastalıkların en sık rastlanan tipleri, alerjik rinit, bronşiyal astım, atopik dermatit ve besin alerjileridir.

Alerjinin görülme oranı nedir?

Alerjik rinit sıklığı 15-25 yaş grubunda %10 olarak kabul edilmektedir. Astım ise tüm dünyada rastlanan en sık kronik hastalıklardan biridir. Tüm dünya için kabaca sıklığı %10 olarak kabul edilmektedir. Yetişkinlerde ortalama %5 olarak rastlanmaktadır. Genetik faktörler çok önemli yer tutmaktadır ancak çevresel faktörler de bir o kadar önemlidir. Bebeklikte sigara dumanı, hava kirliliğine aşırı maruziyet, aşırı hijyen, bazı viral enfeksiyonların etiyolojide önemli olduğu bilinmektedir.

Anaflaksi nedir?

Anaflaksi, ani başlayan, süratle gelişen ve ölümle sonuçlanabilen sistemik bir alerjik reaksiyondur. Sıklığını bilmek zordur. Genel bir değerlendirmeye göre hastaneye yatan her 3000 hastadan birinde anaflaksi görülebildiği tahmin edilmektedir. Bunların %0,5′i arı sokmasına, %0,01′i radyokontrast maddeye, %1′i peniciline, 5.000-25.000 de biri genel anestetiklere, 3.000-5.000′de biri hemodiyalize, 10.000.000′da biri ise alerjen enjeksiyonlarına bağlıdır.

Ölümcül anaflaksi oranı penicilin için % 0,002, arı sokması için %0,001 olduğu tahmin edilmektedir. İlaçlar arasında en sık anaflaksi nedeni olan penicilin, radyokontrast madde ve opiatlar; yer fıstığı, balık ve kabuklu deniz mahsulleri ise en sık anaflaksi nedeni olan besinlerdir.

Anaflaksi olasılığı alerjik bünyelilerde daha mı sıktır?

Bu konu tartışmalıdır ancak, bu kişilerde anaflaktik reaksiyonların daha ağır seyrettiği bilinmektedir. Hasta ve hasta yakınlarının eğitilmesi riski önlemede çok başarılı bir yöntemdir.

Hastalar özellikle gizli alerjenler ve çapraz reaksiyonlar konusunda uyarılmalıdır. Örneğin sütlerin penicilinle kontamine olabileceği ya da restoranlarda yiyeceklere küçük miktarda da olsa süt, yumurta, yer fıstığı, soya ya da diğer katkı maddeleri karışabileceği, lateks alerjisi olanlarda muz, avokado ve patatesin, peniciline duyarlı olanlarda da diğer beta laktam antibiyotiklerin çapraz reaksiyona yol açabileceği hatırlanmalıdır.

Radyokontrast madde ile daha önce anaflaksi geçirmiş olan kişilerde yeni bir radyolojik inceleme gerektiğinde steroid ve antihistaminik ajanlarla ön tedavi yapılması reaksiyonları önleyebilir. Bu durumu yaşamış kişilerin buzdolabında ve yolculuğa çıkarken yanlarında Adrenalin ampul bulunması da iyi olur.
 

Gün boyu şıklığın ipuçları

Moda dünyasında trendleri tayin eden uzmanlar, çalışan kadınlara işyerinde şık görünmenin tüyolarını veriyor. Ofis şıklığı teması olarak isimlendirilen yeni trend moda haftalarına bile damgasını vurdu. İşte ofiste şıklığın ipuçları…

Klasik etki
Bol kesimli beyaz bir bluz ve fırfırlı kalem etekle ofisten geceye devam edebilirsiniz. Üşümemek için üzerini şık bir hırkayla tamamlayabilirsiniz.

Okula dönüş
Ekoseli ve pilili okul eteğini andıran bir etekle, okul yıllarından ofis şıklığına! Kırmızıyı iddialı bulanlar, eteği siyah bir bluzla da kombinleyebilir.

Düz ve dar kesim
Dar kesimli bir gömlek ve kalem etek vücuduna güvenenler için. Soğuk kış günleri için diz boyunda siyah bir hırkayla kullanabilirsiniz.

Kendine güvenli
Rahat ama sofistike bir görünüm yaratmak istiyorsanız bu elbise tam size göre. İçine balon kollu beyaz bir gömlek de giyebilirsiniz.

Parlak severlere
Metalik etkiler sadece “disko kraliçesi” olmak için değil, ofiste de kullanılabilir. Saten bir gömleği tüvit etekle bir araya getirerek, dokuları karıştırın.

İLERLEMİŞ PROSTAT KANSERİNE 4 YENİ İLAÇ MÜJDESİ


10. Üroonkoloji Kongresi’nde düzenlenen basın toplantısında konuşan Üroonkoloji Derneği Üyesi Prof. Dr. Haluk Özen “Bir müjde vermek gerekirse, ileri evrede saptanan, teşhisi gecikmiş hastalar için FDA onaylı 4 ilaç yıl içinde kullanıma başlandı. Ancak Türkiye’deki hastaların bu ilaca ulaşmaları için en az iki sene beklemeleri gerekiyor” dedi.

Üroonkoloji Derneği tarafından düzenlenen 10’uncu Üroonkoloji Kongresi Antalya Belek’te yapıldı. Kongreye Türkiye’den 75, yurtdışından 15 davetli yabancı konuşmacı katıldır. 18 oturum, 6 kurs ve 3 uydu sempozyumunun yapıldığı kongreye katılan Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Haluk Özen, prostat kanserinin akciğer kanserinden sonra en sık görülen ikinci kanser türü olduğunu söyledi.

“Türkiye'de Prostat Kanseri Yüz Binde 35”

Akciğer kanserinden sonra en sık görülen kanser türünün prostat kanseri olduğunu söyleyen Üroonkoloji Derneği Üyesi Prof. Dr. Haluk Özen, Sağlık Bakanlığı’nın izni ile Üroonkoloji Derneği tarafından Türkiye genelinde gerçekleştirilen ve 6 bin 693 kişinin incelendiği saha çalışmasından elde edilen verilere göre, Türkiye’de prostat kanserinin yüz binde 35 oranında görüldüğünü kaydetti.

Bu değerin özellikle Akdeniz bölgesi Avrupa ülkelerine çok yakın bir düzeyde olduğunu dile getiren Prof. Dr. Özen, “Türkiye’de yapılan çalışmalarda, Akciğer Kanserinden sonra erkeklerde görülen 2. Sıklıktaki kanser. Bir kan tetkiki var adına “PSA” diyoruz. PSA ile yılda bir kere bir ürolog tarafından muayene edilmesi gerekiyor” dedi.

Bir Yılda 4 Yeni İlaç

Prof. Dr. Özen, ileri evrede saptanan, teşhisi gecikmiş hastalar için ABD'de Sağlık Bakanlığı'na bağlı Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi (FDA) onaylı 4 ilacın yıl içinde kullanımına başlandığını müjdeledi. Bir yılda aynı hastalığa ilişkin 4 yeni ilacın geliştirilmesinin pek olağan bir şey olmadığına da değinen Özen, "İleri evre prostat kanseri insanlarımız için çok umutlu sonuçlar var. Bu ilaçlarla onların ömrünün uzatıldığı ortaya kondu. Geciken ve tedavisi başarısız olanlarda bile son bir yıldaki gelişmeler onlar adına fevkalade umut verici" diye konuştu.

“Türkiye'de Ruhsatlandırmada Problem Var”

Söz konusu ilaçların özellikle ilerlemiş prostat kanseri hastaları için olduğunu ve erken tanı ve tedaviyle bu ilaçlara ihtiyaç olmayacağının da altını çizen Prof. Dr. Özen, ilaçların Türkiye’de Sosyal Güvenlik Kurumu'nun (SGK) geri ödeme sistemi içinde yer almasının daha uzun bir sürece ihtiyacı olduğunu söyledi. FDA onaylı bu ilaçların henüz ruhsatlandırılmadığını belirten Prof. Dr. Özen, şöyle konuştu: " Bu 4 ilaç 4 ü de vücuda ve kemiklere yayılmış prostat kanseri tedavisinde kullanılan ilaçlar. Türkiye’de ruhsatlandırmada ciddi bir problem var. 400 civarında molekül ruhsatlandırmayı bekliyor Yeni çıkan ilaçların hepsi yüksek teknoloji gerektiren ve dolayısıyla pahalı ilaçlar. Büyük ihtimalle ruhsatlandırma iki üç sene alacak."


 
“Dünyada Her Yıl Yaklaşık 330 Bin Yeni Mesane Kanseri Olduğu Tespit Ediliyor”

Üroonkoloji Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Sümer Baltacı, ürolojik tümörler arasında prostat kanserinin ardından en sık görülen kanser türünün mesane kanseri olduğunu söyledi. Mesane kanserinde ölüm riskinin prostat kanserine oranla bir miktar daha fazla olduğunu belirten Prof. Dr. Baltacı, erkeklerin kadınlara oranla mesane kanseri riskinin 3 - 4 kat daha fazla taşıdığını söyledi. İzmir ve yöresinde yapılan bir çalışmanın sonuçlarına göre ise erkeklerin 10 kat daha fazla risk altında olduğunu kaydeden Prof. Dr. Baltacı, “Prostat kanseri gerek dünyada gerek ülkemizde ürolojik tümörler içerisinde ilk sırada görülüyor ama Mesane Kanseri de hemen bunun ardından gelen 2. en sıklıkla görülen kanser. Ve dünyada her yıl yaklaşık 330 Bin yeni mesane kanseri olduğu tespit ediliyor ve bunun 130 binden fazlası maalesef ölümle sonuçlanabiliyor. Dolayısı ile prostat kanserinden ölüm riski bu kanserler içerisinde ne kadar azsa, maalesef mesane kanseri bunların arasında biraz daha fazla. Erkeklerde bu kanseri bayanlara göre 3 veya 4 kat daha fazla görüyoruz. Hatta bizim ülkemizdeki İzmir yöresinden bir çalışmada 10 kat daha fazla görüldüğü bildirildi” dedi.

“Her Yıl Yaklaşık 10 Bin Kişiden Biri Böbrek Kanseri Oluyor”

Dernek İkinci Başkanı Prof. Dr. Çağ Çal ise her yıl yaklaşık 10 bin kişiden birinin böbrek kanserine yakalanmakta ve 30 bin kişiden birinin de bu hastalıktan öldüğünü söyledi. Erken evrede teşhisle, hastaların yüzde 90'ından fazlasında 10 yıla varan hastalıksız sağlamlık sağlanabildiğini belirten Çal, sözlerini şöyle sürdürdü: "Böbrek kanserlerinin çoğu kalıtsal sebeplerden değil kansere neden olan kimyasalların ya da dış etkenlerin etkisi ile meydana gelmektedir."
Çal, sigara kullanımının böbrek kanseri riskini yüzde 40 oranında artırdığına dikkat çekti.

“E Vitamini ve Selenyum, Prostat Kanserini Artırıyor”

Üroonkoloji Derneği Başkanı Prof. Dr. Levent Türkeri ise çok fazla faydası olduğu iddia edilen bitkisel kökenli ilaçların hemen hemen hiçbirinin etkinliğinin bilimsel olarak kanıtlanamadığını söyledi. Bir dönem neredeyse hekimlerin bile hem fikir olduğu ’E vitamini ve selenyum prostat kanseri gelişiminde etkili olduğu’ değerlendirmesinin son yapılan çalışmayla altlıksız olduğunun ortaya çıktığını belirten Prof. Dr. Türkeri, "Araştırma bırakın engellemeyi, görülme sıklığını artırdığını gösterdi" dedi.

22 Aralık 2011 Perşembe

“TÜRKİYE DİYABET ÖNLEME VE KONTROL PROGRAMI” HAZIRLANDI


Sağlık Bakanlığı tarafından düzenlen toplantıda Türkiye'de diyabetli kişi sayısının her geçen gün arttığına dikkat çekildi. AK Parti Adana Milletvekili Ünüvar, “Obezite ve diyabet, ülkelerin değişik şekilde Gayri Safi Milli Hasılasını yüzde 1-5 oranında etkileyebiliyor” dedi.

Uzmanlar, Türkiye'de 10 milyonun üstünde diyabetli veya risk taşıyan kişi olduğunu belirterek, obezite ve diyabetle mücadele edilmesi gerektiğini belirtiyor. Diyabet hastalığının erken tanı ve tedavisinin sağlanması ve ilgili risk faktörleri konusunda halkın bilinçlendirilmesi amacıyla Sağlık Bakanlığı tarafından düzenlenen “Türkiye Diyabet Önleme ve Kontrol Programı” toplantısı, Hilton Otel'de gerçekleştirildi.

Diyabet ve Obezite Haftası etkinlikleri çerçevesinde düzenlenen toplantıya, Sağlık Bakanlığından çok sayıda genel müdür, çeşitli hastanelerin rektör ve tıp fakültesi dekanları ve ilgili birim amirleri ile bilim insanları katıldı.


 
“Ülkelerin Gayri Safi Milli Hasılasını Etkileyebiliyor”

AK Parti Adana Milletvekili Prof. Dr. Necdet Ünüvar, geçmişte koruyucu sağlık hizmetleri denildiğinde aşı ve aşı ile önlenebilen hastalıkların akla geldiğini, bugün ise bunun yanı sıra diyabet, obezite, kalp gibi kronik hastalıklar açısından da koruyucu hizmetlerin çok büyük önem taşıdığının belirlendiğini belirtri. Bu hastalıkların insan yaşamını ve yakınlarını derinden etkilediğini söylen Prof. Dr. Ünüvar, Obezite ve diyabetin ülkelerin değişik şekilde gayri safi milli hasılasını yüzde 1-5 oranında etkileyebiliyor. Bunun bir de indirek maliyetleri de var. Bu nedenle maliyet daha da artıyor. Bu aşamada, diyabeti önleme programları ön plana çıkıyor. Bunun için de obezite ile mücadele de önem taşıyor” dedi.

Prof. Dr. Ünüvar, obezite ve diyabetin önlenmesinde sadece bir bakanlığın sorumlu tutulmasının da insafsızlık olacağını dile getirerek, Milli Eğitim Bakanlığının, sivil toplum kuruluşlarının, belediyelerin, üniversitelerin ve vatandaşın da mücadelenin içinde yer alması gerektiğini söyledi.

“Diyabet ile Mücadele Ederken Obezite ile de Savaşılması Gerekiyor”

Türkiye Diyabet Cemiyeti adına konuşan Prof. Dr. Nazif Bağrıaçık, diyabetin her geçen gün görülme sıklığının arttığını söyledi. Türkiye'de diyabet ile ilgili çalışmaların ilk olarak diyabet taramaları ile başladığını kaydeden Prof. Dr. Bağrıaçık, “2000-2005 yıllarında yapılan araştırmada ülkede diyabet sıklığının yüzde 9.7 olarak çıktı. Diyabet ile mücadele ederken obezite ile de savaşılması gerekiyor. Diyabet ve obezite özellikle çocuklarda görülmeye başladı ve sürekli artış gösterdiği tespit edildi. Bu gelecek kuşaklar için ciddi bir sorun oldu. Obezite ve diyabetle mücadele için farkındalığın artırılması, tarama programlarına ağırlık verilmesi ve koruyucu önlemlerin alınması gerekiyor” diye konuştu.


 
“Kısa Süre Önce Türkiye Ulusal Diyabet Programı Olamayan Dünya Genelindeki 25 Ülkeden Biriydi”

Türkiye Diyabet Vakfı adına açıklama yapan Prof. Dr. Temel Yılmaz şunları söyledi: “Türkiye'de 10 milyonun üstünde diyabetli veya risk taşıyan kişi var. Hareketsiz yaşam, sağlıksız ve dengesiz beslenme diyabet ve obezitede çok etkili. Kantin kararnamesinin uygulamaya girmesiyle okullarda fast-food beslenmenin önüne geçilebilecek. Diyabet hastaları ilaca erişiminde bazı sorunlar yaşıyor Ancak devlet de bu konuya ağırlık veriyor. Bundan kısa süre önce Türkiye Ulusal Diyabet Programı olamayan dünya genelindeki 25 ülkeden biriyken, bugün kendi programı bulunuyor.”


 
“Diyabet ve Obezite Çocukluk Çağında Yüzde 5-15 Oranında”

Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Peyami Cinaz ise diyabet ve obezitenin önlenmesinin çocukluk çağında başlaması gerektiğini vurguladı. Çocuk Endokrinoloji Bilim Dalının bugüne kadar yeterli gelişim göstermediği eleştirisinde bulunan Prof. Dr. Cinaz, “Son yıllarda bu bilim dalı tüm ülkenin her yöresinde çok yaygın çalışmalar içinde yer aldı, birçok projeye imza attı. Obezite çocukluk çağında yüzde 5-15 oranında sıklığı olan çağın vebası olarak tanımlandığını ve önlenebilen bir sağlık sorunu. Diyabet sıklığı artmasının altında yatan gerekçe obezitedir” dedi.

“Türkiye'de 20 Yaş Üzerindeki Her Üç Kişiden Biri Metabolik Sendromlu”

Metabolik Sendrom Derneği Başkanı Aytekin Oğuz, yapılan araştırmalar sonucunda Türkiye'de 20 yaş üzerindeki her üç kişiden birinde metabolik sendrom olabileceğinin belirlendiğini anlattı. Metabolik sendromda bel çevresi kalınlığına bakıldığını belirten Oğuz, “Eğer bel çevresi kalınlığı erkeklerde 94, kadınlarda 80-88 santimetreden fazla ise metabolik sendrom hastası olabilirsiniz. Kan şekerinin 100'ün üzerine çıkması da bir belirti olabilir. Yapılan çalışmalarda Türkiye'de 100 erişkinden 40'ında metabolik sendrom olduğu ve kır ile kent arasında da bir fark bulunmadığı saptandı. Türkiye'de genel olarak erkeklerde bel çevresinin 91.7 santimetre, kadınlarda ise 90.7’dir. Kadınlarda bel çevresi kalınlığı çok yüksek” diye konuştu.

Konuşmaların ardından diyabetle ilgili çalışmalara emeği geçen bilim insanlarına plaket verildi. Bu kapsamda Sağlık Bakanı Recep Akdağ'a da plaket armağan edildi. Akdağ adına plaketi Sağlık Bakanlığı Temel Sağlık Hizmetleri Genel Müdür Yardımcısı Hasan Irmak aldı.

Lohusa annelere pratik öneriler

Doğumdan sonraki 6 hafta periyoda verilen isim olan lohusalık dönemde, gebelik esnasında annede meydana gelen psikolojik ve fizyolojik değişiklikler gebelik öncesi yani normal haline döner. Uzmanlar, bu süreçte dikkat edilmesi gereken bazı önemli noktaların olduğuna dikkat çekiyor…

İşte yeni bebek sahibi olmuş lohusa annelere uzmanların önerileri…

- Anneler eski vücut ağırlıklarına dönmek için acele etmemelilerdir. Bu süre 6 ay ya da daha fazla sürebilir. Bebeğinizi emziriyorsanız eski formunuza daha kolay dönebilirsiniz.

- Gebelik sırasında önerilenden fazla kilo aldıysanız her ay iki kilo kaybetmeniz normaldir. Ayda iki kilodan fazla ağırlık kaybı doğru değildir.

- Lohusalar zayıflama diyeti uygulamamalıdır. Ancak unlu, yağlı ve şekerli besinleri aşırı yememeğe dikkat edilmelidir.

- Doğumdan sonra bebeği emzirirken gebelik öncesi döneme göre daha fazla sıvı besin alınmalıdır.

- Kalsiyum yönünden zengin olan süt, yoğurt ve peynir belirtilen miktarlarda düzenli olarak tüketilmelidir.

- Her gün bir adet yumurta ve bir porsiyon etli sebze yemeği veya kurubaklagil yenilmelidir.

- Kuru fasulye, nohut, mercimek ve bulgur karışımı yemekler, portakal, mandalina, domates, maydanoz, yeşil biber, taze soğan gibi C vitamini yönünden zengin sebze ve meyvelerle birlikte tüketilmelidir.

- Vitaminlerden zengin sebze ve meyveler diyette her öğün olmalıdır.

- Salam, sosis, sucuk gibi katkı maddesi içeren diğer hazır gıdalar mümkün olduğu kadar yenmemelidir.

- D vitamini besinlerde bulunmaz. Ancak güneş ışınlarının doğrudan cilde yansıması ile sağlanır. Bu nedenle emzikli anne güneşlenmeye özen göstermelidir.

- Yemeklerde mutlaka iyotlu tuz kullanılmalıdır. Doğal besinlerde yeterince alınmayan iyot, ancak iyotlu tuzun kullanılması ile anne sütünden bebeğe geçer.

- Kuru yemişler ve kuru meyveler yoğun enerjileri yanında, demir ve kalsiyum gibi minerallerden de zengindir. Ağırlık kontrolü yapılarak bu besinler tüketilebilir.

- Kansızlığa neden olduğundan yemeklerle birlikte çay içilmemelidir. Çay kuşluk, ikindi gibi öğün aralarında, yani yemek yendikten 1-2 saat sonra açık olarak içilmeli, çaylara limon, limon suyu eklenmelidir. İçecek olarak ıhlamur, nane, papatya, kuşburnu gibi bitki çayları tercih edilmelidir.

- Sebzelerin, makarna ve eriştenin haşlama suları dökülmemelidir. Kuru fasulye, nohut ve barbunya gibi kurubaklagiller iyice yıkandıktan sonra ıslatılmalı ve haşlama suları dökülmemelidir.

- Hazır meyve suları, gazoz ve kolalı içecekler yerine taze sıkılmış meyve suları, ayran ve limonata tercih edilmelidir.

- Pekmez kan yapıcı, şeker ise boş enerji kaynağıdır. Şeker yerine tatlı olarak pekmez yenmesi kansızlığa karşı alınacak önlemlerden biridir.

- Tarım ürünlerine haşere öldürücü ilaçlar atıldığından, sebze ve meyveler iyice yıkanmalıdır.

- Yiyecekler hazırlanırken ellerin temiz olmasına dikkat edilmelidir. Eller sık sık sabunlu su ile yıkanmalıdır.

- Sigara ve alkol kullanılmamalıdır.

- Doktora danışılmadan ilaç kullanılmamalıdır.

- Emzirme süresince bebeğin hep memede olması ve emerken uykuya dalması emzirmenin iyiye gittiğinin bir işaretidir.

- Başarılı bir emzirme için bebek rahat olmalı, yorgun ve tok olmamalıdır, burun delikleri temiz olmalı, rahat soluk alması sağlanmalıdır.

- Bebeğin emme refleksi memenin ağzına yerleştirilmesi ile oluşur. Bebeğin ağzına birkaç damla süt sıkılarak tadını alması ve emmeyi başlatması istenmektedir.

- Emzirme süresi her bebeğe göre değişebilir, doygunluğa ulaşması yani olgun sütü emmesi beklenmelidir.
 

Aşk iksirinin tarifi bulundu

Aşk, doğa eczanesinde nasıl elde edilir diye hiç düşündünüz mü? Birileri düşünmüş olmalı ki, aşkın reçetesi hazırlandı… Dozunu tutturmaksa sizin kalbinize kaldı.

Kalbinizdeki o büyülü duygu olan aşkın da bir tarifinin olduğunu biliyor muydunuz? İşte aşk iksirinin tarifi…

Yapılışı
Aşkı elde etmek için türlü yöntemler vardır. Birinci yöntem için ilkel maddeler, para, bir çift söz ve kesici gözdür. Fakat bu yöntem pahalı olduğu için, başka yollarla elde edilir. Ancak bu şekilde elde edilen aşk saf değildir.

Görünümü
Pembe renkli kristallerden oluşur. Kalbe yerleşir. Keskin lezzetlidir. Özellikle iç organlarda hissedilir. İlk resmi tanımı Âdem ile Havva tarafından yapılmış, sonra insanlar tarafından geliştirilmiştir.

Bileşimi
Kaba sözlerden alınır. Formülü hemen değişir. Aslında aşk dayanıklı bir madde değildir. Parasızlık, yalancılıkla uyum sağlayamaz.

Saflık oranı
Aşkın ne ölçüde saf olduğunu anlamak için ihanet, aldatma ve dalga geçmeye karşı ne ölçüde dayanıklı olduğunu test etmek gerekir.

Etkileri
Aşk enjekte edilmiş ve hassas tartılmış bir insan, bir haftada kilo kaybederse bu uluslararası düzeyde en az Romeo-Juliet, Türkiye’ye göre de Leyla Mecnun aşkına eşittir.

Uygun doz
Nişan ve nikâhta az dozlarla alınmalıdır. Aşk, çeşitli biçimlerde görülebilir.

Belirtileri
Kalp çarpıntısı, uçma hissi, gözlerde kararma, sevdiğinden başkasını görememe şeklinde özel bir görememe durumu. Uykusuzluk, iştahsızlık da cabası…

Kullanımı
Kalbi hızlandırmak için, alçak dozda. Sinir sistemini uyarmak için yüksek dozda. Moral ve cesaret verici neşelendirici. Ancak belli dozu yoktur. Hiç alınmazsa kişide kompleks yaratır. Yüksek dozda öldürücü, alçak dozda güldürücü etkisi vardır.

Nedir bu menopoz denen şey?

Günümüzde bir kadının ortalama 51 yaşında menopoza girdiği düşünüldüğünde kadınlar menopozu yaşayarak yaklaşık 30 yıl geçiriyor

Bir çoğunun bağımlılık, keyif ya da bir nefes duman diyerek tükettiği sigara, kadınların erken dönemde menopoza girmesine neden olabiliyor.

Uzmanlar, sigara içen ve içmeyen kadınlar üzerinde yapılmış olan çalışmalarda, sigara kullanan kadınların diğerlerine oranla daha erken menopoza girdiğini ve menopoza bağlı ortaya çıkabilen kemik erimesi, enfeksiyon, idrar kaçırma ve psikolojinin olumsuz etkilenmesi gibi durumlarla karşılaşma riskini artırdığını belirtiyor.

Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Opr. Dr. Ümit Korucuoğlu, 18 Ekim Dünya Menopoz Günü‏ ile ilgili olarak AA muhabirine yaptığı açıklamada, ''menopoz''un aylık adetlerin durması anlamına geldiğini söyledi.

Adet gören bir kadının yumurtalıklarından üretilen hormonların artık yapılmamasına bağlı olarak bir yıl adet görmemesi olarak tanımlandığını ifade eden Korucuoğlu, ''Altta yatan mekanizma ergenliğe girerken 500 bin civarında olan yumurtaların her ay tüketilmesi sonucu yumurtalıklardaki yumurtaların kritik seviyenin altına inmesi ve yetersiz hormon salınımına bağlı olarak aylık adetlerin önce düzeninin bozulması sonra da tamamen kesilmesidir'' dedi.

Korucuoğlu, dünyada ortalama menopoz yaşının 51 olduğunu ifade ederek, yapılan çalışmalara göre Türkiye'de ise ortalama menopoz yaşının 46 ile 48 arasında değiştiğini söyledi.

Menopoz yaşında, genetik faktörler önemli olduğunu, bunun dışında doğumdaki ve ergenliğe girerken mevcut yumurta sayısı ve yumurtaların tüketilme hızının belirleyici faktörler olduğunu vurgulayan Korucuoğlu, annenin menopoz yaşının bir kadının menopoz yaşını belirlemede önemli bir etken olduğuna dikkati çekti.

SİGARA KULLANIMINA DİKKAT
Korucuoğlu, yapılan bilimsel çalışmalarda sigaranın erken menopoz üzerinde etkili olduğunun tespit edildiğini belirterek, ''Sigara içen ve içmeyen kadınlar üzerinde yapılmış olan çalışmalar, sigara kullanan kadınların diğerlerine oranla daha erken menopoza girdiğini göstermiştir'' diye konuştu.

Bu nedenle, kadınların sigara kullanımından kaçınması gerektiğinin altını çizen Korucuoğlu, ''Bunun dışında hiç doğum yapmayanların da erken dönemde menopoza girdiği tespit edilmiştir'' dedi.

MENOPOZLA TEKRARLAYAN ENFEKSİYONLAR SIK GÖRÜLÜYOR
Korucuoğlu, kadınların çoğunda menopoza geçiş sürecinde adet düzensizlikleri, ateş basması gibi fiziksel ve psikolojik değişiklikler izlendiğini anlattı.

Menopoza geçiş tamamlandıktan sonra adetlerin durduğunu ve bulguların belirginleştiğini dile getiren Korucuoğlu, şöyle devam etti:

''Bu dönemin en sık şikayet edilen ve en sık görülen bulgusu ateş basmalarıdır. Ateş basmaları baş, boyun ve göğüs bölgesinde hissedilir, ciltte kırmızılık, vücut ısısında ani artış ve terlemeyle karakterizedir. Genellikle birkaç saniyeyle birkaç dakika arasında sürer ancak nadiren bir saate kadar uzayabilir. Menopoza geçiş döneminde her 10 kadından birinde tespit edilen ateş basmaları, menopoz döneminde her iki kadından birinde izlenmektedir. 5 yılın sonunda bu oran yüzde 20'ye düşmektedir.

Menopozla birlikte azalan hormon yapımına bağlı olarak iç ve dış cinsel organlarda ve idrar yollarında da birçok değişiklik ortaya çıkmaktadır. Vajinal kuruluk, cinsel hayatın olumsuz etkilenmesi ve tekrarlayan enfeksiyonlar sık görülür. İdrar sorunları da sık olup, sık idrara çıkma ve idrar kaçırma en çok karşılaşılan sorunlardır.

Türkiye'deki menopozdaki kadınlar üzerinde yaptığımız çalışmada, ürogenital şikayetlerin sıklığını araştırdık ve sık idrara çıkmanın yüzde 16 ile en sık sorun olarak tespit edildi. İdrar kaçırma, ilişki sırasında ağrı ve vajinal kuruluk diğer sık görülen sorunlar olup yüzde 10 civarında izlendi.''

Korucuoğlu, azalan hormon üretimine bağlı olarak kemik erimesinin de çok sık karşılaşılan bir sorun olduğunu belirterek, ''Menopozla birlikte tüm vücudunda belirgin değişiklikler yaşayan kadının psikolojik olarak da bu süreçten etkilenmesi oldukça sıktır'' dedi.

Korucuoğlu, kemik erimesinin engellenebilmesi için kadınların, mutlaka süt ve süt ürünleri tüketimine özen göstermesi, düzenli fiziksel aktivite yapması gerektiği uyarısında bulundu.

Korucuoğlu'nun verdiği bilgiye göre, kadının hayatında köklü değişiklikler yaratan ve derinden etkileyen menopoz dönemi, bir kadının hayatının ortalama olarak üçte birini kapsıyor.

1500'lü yıllarda ortalama kadın ömrünün 40 yıl olduğu ve kadınların çoğunun menopoz dönemine hiç girmediği düşünülüyor. 1900'lü yılların başında 60 olan ortalama kadın yaşı, günümüzde 80'e ulaştı. Bu nedenle günümüzde bir kadının ortalama 51 yaşında menopoza girdiği düşünüldüğünde kadınlar menopozu yaşayarak yaklaşık 30 yıl geçiriyor. Hayatın bu kadar uzun ve önemli bir bölümünü içermesi nedeniyle her kadın bu dönemi en az hasarla atlatacak şekilde bilgilendirilmesi ve yönlendirilmesi önem taşıyor.

Menopozdaki her kadının yılda bir kez mutlaka bir jinekologla görüşmesi, gerekli tetkiklerin ve muayenenin yapılması tavsiye ediliyor.

AA
 

Çocuğu dışarıdaki tehlikelerden korumak

Uzmanlar, ebeveynlere, çocuklarını tehlikelere karşı korurken aşırıya kaçmamalarını ancak ihtiyaçları olduğunda da yanlarında olmaları önerisinde bulunuyor.

Çocuk psikiyatrisi alanında 21 yıldır çalışmalarını sürdüren Akdeniz Üniversitesi Çocuk Psikiyatrisi Anabilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Esin Özatalay, çocuğu dışarıda karşılaşacağı kötülüklerden koruma durumlarında, anne babaların sınırları belirlemede zorluk çektiğini kaydederek şöyle konuştu:

Çok fazla koruma

“Çocuğu korumazsanız zarar görür. Çok fazla korursanız da bu sefer büyümesi, olgunlaşması engellenir. Eğitmek ve korumak adına çocuğu bilgilendirirken çok abartırsak, konunun altını çok çizersek, merakını kamçılar, aklına düşürürüz.

Çoğu zaman çocuğu koruyacağız derken kendi korku ve kaygılarımızı ona aktarırız. Gözümüz üstünde olacak, her an yardımına yetişmeye hazır olacağız ama onu engellemeyeceğiz.

‘Aman kızım dışarıda sapıklar var’ deyip sokağa çıkarmaz, dışarıda oynamasına izin vermezsek bu korumak olmaz, zarar vermek olur. Çocuğun sosyal ve bedensel gelişimi için yararlı olan her türlü aktiviteye katılacak ama korunaklı ortamlar ve uygun kişiler seçeceğiz.”

Konuya hâkim olun

Kedilerin “doğada tanıdığı en mükemmel anne” olduğunu belirten Özatalay, anne kedinin yavrularının bulunduğu bütün alana hâkim, yüksekçe bir yerde oturup gözleriyle onları izlediğine dikkat çekerek şöyle devam etti:

“Anne kedi sürekli gözler. Bir tanesi düşeceği zaman atlar tutar, bir tanesi zarara uğrayacak gibiyse yetişir, ama baştan engellemez. Ebeveynlerin gözünün çocuğun üzerinde olması lazım. Engelleme ve kısıtlamaları ölçülü yapmak, ama tehlike anında yetişecek mesafede durmak lazım. ‘Bana ihtiyacın olduğunda buradayım, sorun ne olursa olsun buradayım, yetişirim, seni korurum’ mesajını vermek lazım. Yüzme öğretmek gibi de diyebiliriz; çok sıkı tutarsanız asla yüzmeyi öğrenemez, çok erken bırakırsanız boğulur.”
 

Sivilceleri yok etme yolları

Sivilcelerle mücadelede kazanmayı istersiniz değil mi? O zaman oyunu kurallarına göre oynamanız gerekli. İşte oyunun kuralları…

Hayatının belli bir döneminde sivilceleriyle mücadele etmemiş kişi sayısı herhalde çok azdır. Özellikle de kadınların baş düşmanı sivilceleri yok etme hakkında türlü efsaneler uydurulur. Herkes kendince onlarla başa çıkmaya çalışır ama tüm bunlar çoğu zaman başarısızlıkla sonuçlanır. Özellikle ergenlik dönemiyle hayatımıza giren sivilceler yaş 40’a dayanınca bile bizi terk etmezler.

Biz de bu hafta tecrübeyle sabit sivilce ya da bilimsel adıyla akneyle mücadele tavsiyeleri hazırladık. Ancak bunlar kesinlikle tedavi yöntemi değil. Az evvel dediğimiz gibi sadece tavsiye. Gerçekten bir sivilce sorununuz olduğunu düşünüyorsanız size mutlaka doktora gitmenizi öneririz.

Cilt temizliğinin akneyle mücadele yolunda ne denli önemli olduğunu herkes biliyor sanırız. Ama yine de bir kez daha hatırlatmakta yarar var: Yüzünüzü makyaj yapsanız da yapmasanız da mutlaka sabah akşam temizleyin. Cildinizi temizledikten sonra tonikle ph dengesini sağlayın mutlaka nemlendirici kullanın.

Yağlı bir cilde sahipseniz krem değil jel özellikli temizleyiciler kullanın.

Akneye yatkın cilde sahip olanların çoğu sivilceleri artar endişesiyle nemlendirici kullanmaz. Nemlendiricinin sivilce yaptığı -cilt tipinize uygunsa eğer- sadece safsatadır. Bu nedenle cildinizi nemsiz bırakmayın. Üstelik sadece yağlı ciltlerde sivilce olmaz.

Ağır makyaj yapmaktan (fondöten ve pudradan) kaçının. Özellikle akneyi önleyici cilt soyucu ilaçlar kullanıyorsanız bir süre hiç makyaj yapmayın. Çünkü kullandığınız ilaçlar cildinizi düzeltmeye çalışırken siz her ne kadar kaliteli de olsa makyaj ürünleriyle hassaslaşan cildi yorarsınız. Bu da hem tedavi süresini uzatır hem de irritasyona yol açar.

Doktor tavsiyesi olmadığı müddetçe sivilceleriniz için ilaç kullanmayın. Yani arkadaşınızın “ben bilmem ne adlı ilacı kullandım çok iyi geldi sen de kullan” demesine aldırmayın. Çünkü her cilt tipi ayrıdır. Birisine iyi gelen bir ilaç sizde alerji yapabilir. Özellikle cildi soyarak sivilceleri yok eden ilaçları doktora danışmadan kullanmayın. Yine kesinlikle doktora danışmadan ağızdan alınan ilaçları kullanmayın.

Peeling yapmayın, çünkü peeling arındırma işlemi yaparken cildin yağ sebum ve ph dengesini bozar. Bu da cildinizin daha fazla yağ salgılamasına neden olur.

Peeling yerine buhar banyosunu deneyin. Bu hem cildinizin canlanmasını sağlar hem de siyah noktaları engeller. Buhar banyosunu sadece sıcak suyla yapmak yerine bitki karışımıyla yapmayı deneyin. Aktarlardan bulabileceğiniz papatya, kekik, hatmi otu ve defneyaprağı karışımını evde mutfak robotu yardımıyla kıyın. Altı bardak çok kaynar suyun içine bu ot karışımından iki çorba kaşığı atın ve sıcak suyun üzerine yarım limon sıkın. 15 dakika boyunca buhar banyosu yapın ve sonra tonikle cildinizi temizleyin. Ancak küçük bir hatırlatma: Buhar banyosu yapmadan evvel cildinizi temizlemeyi unutmayın.

Maske kullanın. Ancak bu maskenin cilt tipinize uygun olmasına dikkat edin. Kozmetik mağazalarındaki tezgahtarlara değil bir uzmana inanın ve size en uygun maskeyi alın. Ancak bunu da ayda yılda bir değil düzenli olarak kullanın.

Sivilcelerinizi kesinlikle sıkmayın yolmayın. Aksi halde hem yayılıp çoğalmalarına hem de yüzünüzde izler kalmasına neden olursunuz.

Akneleri giderici ilaçlar kullanıyorsanız güneşe çıkmadan evvel mutlaka güneş koruma kremi sürün. Çünkü kullandığınız ilaçlar cildinizi hassaslaştırır ve güneşten daha çabuk etkilenmesine neden olur. Dolayısıyla yaz-kış demeyin; dışarıya çıkmadan evvel nemlendiricinizin üstüne koruma faktörlü güneş kremi sürmeyi ihmal etmeyin.

Sağlıklı sebze ağırlıklı beslenmeye çalışın. Yağlı yiyeceklerin kafeinin Sivilce yaptığı söylenir. Kısman de olsa bu doğrudur. Çünkü cildiniz vücudunuzun bir parçası olduğundan dengesiz seslenmeden diğerleri kadar o da etkilenir.

Sigara cildinizin soluk ve sağlıksız görünmesine neden olur. Sigara içiyorsanız bırakın bırakamıyorsanız dozunu azaltın.
 

“ÖNLEM ALINMAZSA BASİT BİR ENFEKSİYON DAHİ ÖLDÜRÜCÜ OLABİLİR”

 Önlem alınmadığı takdirde basit bir enfeksiyonun dahi öldürücü olabileceğini ve antibiyotik öncesi çağa dönülebileceğini ifade eden Sağlık Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Turan Buzgan, Avrupa Birliği ülkelerinde her yıl 250 bin hastanın ciddi bir dirençli bakteriyel enfeksiyon sonucunda öldüğünü belirtti.

Sağlık Bakanlığı'nın düzenlediği Avrupa Antibiyotik Farkındalık Günü toplantısında, uzmanlar gereksiz antibiyotik kullanımının zararlarına dikkati çekti. Toplantıda konuşan Sağlık Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Turan Buzgan, gereksiz antibiyotik kullanımının direnç sorununu beraberinde getirdiğini, bunun, bakterilerin antibiyotik kullanıldığında bile üreyebilmeleri ve hastalık yapabilmeleri sonucunu doğurduğunu anlattı. Önlem alınmadığı takdirde basit bir enfeksiyonun dahi öldürücü olabileceğini ve antibiyotik öncesi çağa dönülebileceğine dikkat çeken Buzgan, Avrupa Birliği ülkelerinde her yıl 250 bin hastanın ciddi bir dirençli bakteriyel enfeksiyon sonucunda öldüğünü belirtti. .

Grip ya da Nezle gibi Viral Enfeksiyonlarda Antibiyotik Verilmemli

Direnç gelişiminin organ nakli ve kalça protezi ameliyatları ile birçok tanısal girişimleri de riske soktuğunu vurgulayan Buzgan, gereksiz antibiyotik kullanımından kaçınılması halinde direnç oranlarının düşürülebileceğini, bunu başaran ülkelerde umut verici gelişmeler olduğunu bildirdi.

Buzgan, doktor reçete etmedikçe antibiyotik kullanılmamasını, grip ya da nezle gibi viral enfeksiyonlarda bu ilaçların işe yaramadığının akıldan çıkarılmamasını önerdi. Hekimlerin de antibiyotikleri sadece gerekli olduğu ve tedavi protokollerinde belirtildiği hallerde reçete etmeleri gerektiğini ifade eden Buzgan, eczacıların ise antibiyotikleri reçetesiz satmamalarının büyük önem taşıdığını vurguladı.

Antibiyotik Kullanımı Avrupa Ülkelerinde 4. Sıradayken Bizde İlk Sırada

Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi Başkanı Mustafa Ertek de antibiyotik direncinin kaçınılmaz bir süreç olduğunu, ancak bu sürecin gereksiz antibiyotik kullanımının önlenmesiyle mümkün olduğunca uzatılabileceğini söyledi. Direnç gelişiminin sadece hastayı değil, aynı zamanda tüm toplumu olumsuz etkilediğine işaret eden Ertek, “Türkiye'deki direnç oranları diğer ülkelerden yüksek. Antibiyotik kullanımı Avrupa ülkelerinde 4. sıradayken bizde ilk sırada yer alıyor. Bunun sonucu bize direnç olarak yansıyor'' diye konuştu.


 
Sinüzitte Gereksiz Antibiyotik Yazılmasının Yaygın

Türk Kulak, Burun, Boğaz ve Baş Boyun Cerrahisi Derneği temsilcisi Doç. Dr. Erol Keleş de sinüzitte gereksiz antibiyotik yazılmasının yaygın olduğunu belirterek, hekimlerin belirtileri iyi takip ederek bu ilacı reçete etmelerinin yerinde olacağını kaydetti.

“Son 20 Yıldır Yeni Antibiyotik Geliştirilmiyor”

Türkiye Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Uzmanlık Derneği (EKMUD) temsilcisi Prof. Dr. Hürrem Bodur da en fazla antibiyotiğin üst solunum yolu ve viral enfeksiyonlarda yazıldığını belirterek, ''Avrupa'da antibiyotik reçetesiz yazılmıyor. Türkiye'de de bununla ilgili sıkı denetim getirilmelidir. Son 20 yıldır yeni antibiyotik geliştirilmiyor. Direnç gelişimi büyük bir sorun'' uyarısını dile getirdi.

“Türkiye'de Her Yıl Boğaz Ağrısı ve Ateş için 30 Milyon Antibiyotik Reçetesi Yazılıyor”

Milli Pediatri Derneği ile Çocuk Enfeksiyon Hastalıkları Derneği adına konuşan Prof. Dr. Ateş Kara ise Türkiye'de her yıl boğaz ağrısı ve ateş için 30 milyon antibiyotik reçetesi yazıldığını kaydederek, ''Hasta bize mutlak antibiyotik isteğiyle geliyor. Antibiyotik ateş düşürücü değildir'' dedi.


 
“Antibiyotik Tezgah Üstü Satılacak Bir İlaç Değildir”

Toraks Derneği temsilcisi Prof. Dr. Tevfik Özlü de antibiyotik kullanımıyla ilgili toplumsal yanlışlara dikkati çekti. Toplumda komşunun ilacını kullanma, bir önceki hastalığın tedavisinde etkili olan aynı ilacı tekrar alma, el altında antibiyotik bulundurma, eczaneden antibiyotik edinme gibi yanlış alışkanlıkların yaygın olduğunu anlatan Özlü, “Antibiyotik tezgah üstü satılacak bir ilaç değildir. Mutlaka reçeteyle verilmelidir” dedi.

Özlü, antibiyotiklerin hastalık belirtileri kaybolsa bile kullanımına devam edilmesi, hekimin önerdiği süreden daha uzun kullanılmaması gerektiğini sözlerine ekledi.

20 Aralık 2011 Salı

“MUAYENEHANELERE YAPILAN DENETİM GÜZELLİK MERKEZLERİNE DE YAPILSIN”

XX. Prof. Dr. Lütfü Tat Sempozyumunda muayenehanelere yapılan denetimin güzellik merkezlerine de yapılmasını istediklerini söyleyen Prof. Dr. Gül Erkin, “Ayrıca performans sistemi tabii ki daha çok hasta bakılmasıyla bilimsel üretimimizi azaltabileceğinden kaygılanıyoruz” dedi.

Ankara Deri ve Zührevi Hastalıklar Derneği ile Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Deri ve Zührevi Hastalıklar Ana Bilim Dalı tarafından düzenlenen XX. Prof. Dr. Lütfü Tat Sempozyumunda dermatoloji ve veneroloji konusunda güncel konuları kapsayan paneller ve konferanslar yer aldı. Sempozyum Başkanı Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Deri ve Zührevi Hastalıklar Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Gül Erkin, Sheraton Otel'de düzenlenen basın toplantısında,dermatoloji konusunda ulusal ve uluslararası düzeyde uzman konuşmacıların katıldığı etkinlikte 44 oturum başkanı, 7 yabancı ve 3 yurt dışında görev yapan Türk hekiminin bulunduğu 60'a yakın konuşmacının yer aldı. .

Yaklaşık 750 katılımcının takip ettiği kongrede, 19 panel, 5 konferans, 4 uydu sempozyumu ve 2 eğitim kurultayının düzenlendiğini kaydeden Erkin, sempozyum sayesinde deri hastalıklarındaki güncel bilgileri ve gelişmeleri paylaşmayı hedeflediklerini söyledi.

Muayenehanelere Yapılan Denetimin Güzellik Merkezlerine de Yapılsın

Sempozyum Başkanı Prof Dr.Gül Erkin, “Sağlık Bakanlığının muayenehaneler ile ilgili kısıtlamalar getirdi ve muayenehanelerde lazer kullanımı ile ilgili kısıtlamalar oldu.Gerçekten Sağlık Bakanlığı ve İl sağlık müdürlükleri bunu etkin bir şekilde denetliyorlar. Biz bu denetimlerin güzellik merkezlerine veya lazer kullanılan merkezlere de yapılmasını istiyoruz. Sağlık Bakanlığı’nın doktor muayenehanelerine gösterdiği denetim özeninin diğer bütün sağlıkla ilgili merkezlere de göstermesini istiyoruz ve talep ediyoruz. Denetim çok önemli. Bizim söylediğimiz sakıncalar ancak denetim ile mümkün. Ama sonuçta Türkiye’deki sağlık denetiminden sorumlu olan kuruluşun daha aktif olması gerektiğini düşünüyorum” diye konuştu.

“Özelde Çalışan Hekimler Hasta Bakamamak Nedeniyle Pratik Uygulamalara Katılamıyor”

Sağlık Bakanlığının getirttiği yeni çıkan kanun ve yönetmeliklerle en önemli sıkıntılarının eğitim olduğunu kaydedeb Prof Dr. Erkin “Mesleğini özel olarak icra eden hekimlerin hasta bakamamak nedeniyle pratik uygulamalara katılamaması çok önemli bir sorun. Bu dermatolojide bizim için de çok önemli. Tıp eğitimi görerek ve beraber çalışarak yapılan bir şeydir. Usta-Çırak ilişkisidir. Bu fırsatın azaldığını düşünüyoruz. Bunun yanı sıra performans sistemi tabii ki daha çok hasta bakılmasıyla bilimsel üretimimizi azaltabileceğinden kaygılanıyoruz. Mutlaka hastaların bakılması lazım. Ama daha iyi bir sisteme de oturmasını umuyoruz” şeklinde konuştu.

“Farklı Branşlara göre Farklı Standart Gelsin”

Muayenehane koşullarının düzeltilmesinin iyi bir uygulama olduğunu dile getiren Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Deri ve Zührevi Hastalıkları Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Nilgün Atakan, şunları söyledi: “Belki her branşa göre değişik muayenehane standartları getirmek gerekir. Yani bizim yatalak hastamız çok azdır, tekerlekli sandalye ile gelebilecek hastamız çok azdır. O nedenle farklı branşlara göre farklı standartların oluşturulması çok daha akılcı ve gerçekçi. Çünkü ben muayenehanesini kapatarak üniversiteye dönen çok az hekimden biriyim. Döndüğüm zaman hastalarla birlikteliğim daha iyi olur umudum vardı, fakat orada da biraz problem var. Çünkü bizim dermatoloji hastaları uzun süreli hastalıklar yaşıyorlar. Ve genellikle bir hekime güvenerek sürekli onunla hastalıklarıyla baş etmeyi tercih ediyorlar. O yüzden üniversitelerde de düzenlemelerin tekrar gözden geçirilerek, hatta üniversitede çalışan hekimlerin fikirleri alınarak tekrar değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum.”

Cinsel Yolla Bulaşan Hastalıklar İlk Beşte

GATA Deri ve Zührevi Hastalıkları Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Osman Köse, cinsel yolla bulaşan hastalıkların (venerolojik hastalıklar) gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde hala çok önemli bir halk sağlığı problemi olduğunu ifade etti.

Dünyada her yıl yaklaşık 480 milyon insanın bu hastalıklardan etkilendiğini belirten Köse, cinsel yolla bulaşan hastalıkların, erişkinlerin hekimlere başvurma nedeni içinde ilk 5 sırada yer aldığını kaydetti.

Köse, bu hastalıkların özellikle kadınlarda yüzde 70'e varan oranlarda belirtisiz ya da belirgin şikayet olmadan ortaya çıktığını, bu nedenle de uzun süre tanınamadığına ve bulaşıcılığının devam etme riski bulunduğuna dikkati çekti.

Cinsel yolla bulaşan hastalıklardan olan AIDS'in de dünyada görülme sıklığının düz bir çizgide ilerlediğini dile getiren Köse, ancak Türkiye'de artış gösterdiğini ve nüfus yoğunluğuna bağlı olarak en çok Marmara Bölgesi'nde görüldüğünü vurguladı.

Kadınlar Erkeklere Göre Daha Çok Kurdeşen Riski Altında

Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Deri ve Zührevi Hastalıklar Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Serap Utaş da ''ürtiker''in, halk arasında dabaz veya kurdeşen olarak bilinen deride kaşıntılı, kırmızı kabarıklıklarla seyreden ve oldukça sık görülen bir deri hastalığı olduğunu söyledi.

Kronik ürtikerin, genellikle 20-45 yaşlarında, yani aktif çalışma hayatı çağlarında görüldüğünü belirten Utaş, bu hastalığın kadınları erkeklere göre iki kat fazla etkilediğini bildirdi.

Botoks ve Dolgu Uygulamaları

GATA Deri ve Zührevi Hastalıklar Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Hakan Erbil ise insanların ne kadar genç görünürlerse, kendilerini o kadar iyi hissettiklerini belirterek, ancak yaşlanmanın durdurulamayan bir süreç olduğunu anlattı.

Yaş, hormonlar, güneşte kalma ve sigara kullanımının ince çizgilerin ve kırışıklıkların gelişmesine neden olduğunu kaydeden Erbil, şöyle konuştu: “Cildin yaşlanması bir 'son' değildir. Günümüz tıbbında kullanılan birçok yöntem en ince çizgilerden en derin kıvrımlara dek tüm kırışıklıklara veda etmeyi sağlayabilir. Bu yöntemlerin en çok bilinenleri botoks ve dolgu uygulamalarıdır. Son yıllarda geliştirilen yeni teknoloji dolgular hem güvenli hem de etkili uygulamalara imkan sağlamıştır. Ama burada önemli olan işlemlerin, uygulamaların alanında uzman ve tecrübeli kişiler tarafından yapılmasıdır.”