25 Ekim 2011 Salı

ROTAVİRÜS AŞI TAKVİMİNE ALINMALI MI?


Sağlık Bakanlığı'nın aşı takvimine almayı planladığı rota virüs nedeniyle her yıl 450 bin bebek ishal oluyor ve 37 bini hastanede yatıyor.

4. Ulusal Aşı Sempozyumu'nda GlaxoSmithKline'in (GSK) yetkililerinin ve uzmanların katılımı ile bir toplantı gerçekleştirildi. Basın toplantısına GSK Baş Medikal Direktörü Norman Begg, Klinik Araştırmalar ve Medikal Başkan Yardımcısı Anıl Dutta, GSK Medikal Direktörü İpek Yürekoğlu ve Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Bakır katıldı. Toplantıda dünyada aşı üretim ve Ar - Ge teknolojilerindeki son gelişmeler, Türkiye'nin potansiyeli, GSK'nın dünyada ve Türkiye'de bu alanda yürüttüğü çalışmalar konusunda bilgi verildi. Ayrıca Rota virüsün Türkiye'de sağlık ve sağlık ekonomisi üzerindeki etkileri verilere açıklandı. Rota virüs aşısıyla ilgili gelişmeler değerlendirildi.

Sağlık Bakanlığı'nın aşı takvimine almayı planladığı rota virüs nedeniyle her yıl 450 bin bebek ishal oluyor ve 37 bini hastanede yatıyor. Tedavisi için yılda 40 milyon dolar masraf yapılıyor. Aşılama olduğu takdirde hastane başvurularının yüzde 75 oranında azalacağı ön görülüyor. Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Bakır, “Her yıl 1 milyon 400 bin ishal başvurusu oluyor. Bunların 450 bini rota virüse bağlı. Rota virüs hijyene bağlı bir ishal değil. O yüzden ona 'demokratik virüs' deniyor. Zengini de fakiri de tutuyor ve hastaneye yatırıyor” dedi.
Prof. Dr. Bakır şunları söyledi: “ ‘Maliye beni ikna edin attığınız taş ürküttüğünüz kuşa değsin’ diyor. O yüzden güçlü ikna edici veriler lazım. Hastalıklara harcayacağımız parayı aşıya harcayalım hastalıktan korunalım.

“Rota Virüs için Her Yıl 40 Milyon Dolar Harcanıyor”
Sağlık Bakanlığı verilerine göre hastanelere 450 bin rota virüse bağlı ishal başvurusu oldu. Aile sağlık merkezlerine 100 bine yakın her yıl rota virüse bağlı başvuru olduğunu biliyoruz. Neden rota virüs ishaller içinde daha önemli? Çünkü en fazla hastaneye yatış gerektiren durumdur. Önceki yıllarda ishale bağlı bebek ölümleri çok yüksekti. Şimdi halkın sağlığa erişimi arttığı için bu sayı azaldı. 3-4 yıl önce ishale bağlı 97 tane 5 yaş altı ölüm vardı. 2010 yılında bu sayı 13'e düştü. Ölenler azaldı ama ishal vakası azalmadı.

“Aşı Tüm Hastane Başvurularını Yüzde 75 Oranında Azaltabilir”
Ağır ishaller Avrupa ülkelerinde ve Türkiye'de hijyenin daha iyiye gitmesine rağmen azalmıyor. Çünkü rota virüs hijyene bağlı bir ishal değil. O yüzden ona 'demokratik virüs' deniyor. Zengini de fakiri de tutuyor ve hastaneye yatırıyor. O halde burada hastanın sebep olduğu kayıp hastaneye yatışlar. Bu da 6 gün sürüyor. Daha uzun da sürebiliyor. Bu hem aile için hem çocuk için kayıp. Türkiye'de her yıl tedavi için 40 milyon dolar masraf ediliyor. Çünkü 37 bin çocuk her yıl rota virüs sebebiyle hastanede yatıyor. Yapılan çalışmalara göre aşı tüm hastane başvurularını yüzde 75 oranında azaltabiliyor. Hastane yatışlarını ise yüzde 93 oranında azaltabiliyor. Milyonlarca doz yapılmış dünyada oldukça güvenli bir aşı.

Hangi Aşılar Yapılmalı
Her ülkenin her aşıyı yapması gerekmiyor. Herkesin kendi şartlarını bilimsel verilerini gözeterek bu konuda çalışma yaparak bu işe giriyor. Türkiye'de yapılan ve yapılma kararı alınan aşılar var. Örneğin su çiçeği ve hepatit a aşısının yapılma kararı alındı. Sırada bence rota virüs aşısı var. HPV aşısı bence öncelikle yapılması gereken aşıdır. Çünkü kanserden çok ciddi bir koruma sağlıyor. Önümüzde yapılacak diğer aşılar da meningokok ve boğmaca aşısı. Boğmaca aşısı tam bir bağışıklık bırakmıyor, bir süre sonra azalıyor. Dünyada ve Türkiye'de vakalarda artış var. Amerikalılar bunun aşısını yapıyor. Bu aşıyı da yapmamız muhtemelen gündeme gelecek.

Avrupa'nın Şu Anda Yaşadığı Sıkıntı Kızamık
Aşı karşıtı lobi tüm dünyada çalışıyor. En başta Sovyetler Birliğinin dağılması sürecinde aşılama oranları azalmıştı. Dünyada difteri unutulduğu sırada orada yığınla görülmeye başlanmıştı. Bunun örnekleri çok. Avrupa'nın şu anda yaşadığı sıkıntı kızamık. Avrupa'da kızamık daha önce sorun değildi. Ne zamanki aşı karşıtı lobi çalışmaya başladı Avrupa'da aşılama oranları düştü kızamık vakaları arttı. bunun bir yansıması da geçen kış bizde oldu. Avrupa'dan işçilerimiz vasıtasıyla gelen vakalarımız oldu. 1 yaşından küçük çocukların bağışıklığı olmadığı için onlara bulaştı. Amerika’ya bakıyorsunuz kimde menenjit, aşı olmayanlarda görülmüş. Yaşanmış örneklerden yola çıkmak gerekiyor. Otizme gelince bunlar artık aşıldı. Otizmle ilişkili olabileceği düşünülen bazı prezervatifler, koruyucular aşının içeriğinden çıkarıldıktan sonra bakıldı ki otizm sıklığı azalacağına artıyor. Bazı aşıların yan etkileri var. Mesela grip aşısında bir milyonda bir kişide felç tablosu gelişiyor. Bunların çoğu iyileşiyor. Ancak bir astımlı hastayı ölümcül krize sokabilecek en kötü virüs grip virüsüdür. Bunun gibi kronik hastalığı olanlar ve bebekler için grip virüsü çok tehlikeli. Hastalık riskliyse aşının yan etkisi riskini karşılaştırırsak solda sıfır kalır. Biz bunları ailelere izah ediyoruz. Aşının güvenliği kanıtlanmışsa zaten topluma yapılabilir. Bu noktada toplumu bilinçlendirme zaman zaman yapılıyor. Türkiye'de halkın aşıyı kabul oranı çok çok yüksek Avrupa'daki gibi değil.

“Çocuk Felcinden Kalan Son İsim Melik Minas”
“Melik Minas” ismini hatırlıyoruz. Melik Minas bize son polio, çocuk felcinden kalan son isim. 1998 yılından son vakamızdı ondan sonra görmedik. Aşılama sayesinde. Aşılamadığınız zaman salgın yapacak ve yüzlerce çocukta felç görülecek. Melik Minas'ın fotoğrafını gösteriyorum ailelere.”
GSK Baş Medikal Direktörü Norman Begg, “GSK’nın halen çeşitli hastalıkları önleyen 30’dan fazla ruhsatlı aşısı, 20’den fazla da geliştirilme aşamasında aşı adayı bulunuyor. Şirketimiz 12 ülkede 13 tesiste aşı üretimi yapıyor” dedi.
Klinik Araştırmalar ve Medikal Başkan Yardımcısı Anıl Dutta aşı Ar-Ge’sindeki son gelişmeler ve şirketin bu alandaki küresel faaliyetleri hakkında bilgi vermesinden sonra, GSK Medikal Direktörü İpek Yürekoğlu, Hacettepe Teknokent ile yaptıkları iş birliği sonucu ‘Aşı Klinik Araştırma Merkezi’ni hizmete soktuklarını belirtti.

24 Ekim 2011 Pazartesi

"MUAYENEHANESİ OLAN HASTA BAKAMAZ"


26 Ağustos'ta yayımlanan Kanun Hükmünde Kararname ile Yüksek Öğrenim Kanunu'nun 36. maddesine bir fıkra eklenmesiyle yeni tartışmalar başladı.

Üniversite hastanelerindeki öğretim üyelerine yönelik Tam Gün uygulamasıyla ilgili düzenleme Adalet Bakanlığı'nın kararnamesinden geldi. Yeni düzenlemeye göre muayenehane işleten öğretim üyeleri üniversite hastanesinde hasta bakamayacak ve döner sermayeden gelir getirici faaliyette bulunamayacak. Sadece eğitim ve araştırma yapabilecek.
26 Ağustos'ta yayımlanan Kanun Hükmünde Kararname ile Yüksek Öğrenim Kanunu'nun 36. maddesine bir fıkra eklendi buna göre; "Öğretim üyeleri, yüksek öğretim kurumlarında yalnızca eğitim ve araştırma faaliyetlerinde bulunmak ve döner sermaye faaliyetleri kapsamında gelir elde edilen hizmetlerde çalışmamak kaydıyla, mesai saatleri dışında yüksek öğretim kurumlarından başka yerlerde mesleki faaliyette bulunabilir ve meslek veya sanatlarını serbest olarak icra edebilir. Yükseköğretim kurumlarından başka yerlerde çalışan öğretim üyelerine ek ödeme yapılmaz; bunlar rektör, dekan, enstitü, yüksekokul ve konservatuar müdürü, bölüm başkanı, anabilim ve bilim dalı başkanı, başhekim ve bunların yardımcısı olamaz."

GATA Hocalarına Muayenehane Şoku
Kararname aynı zamanda Gülhane Askeri Tıp Akademisi'nde görevli öğretim üyelerinin açtığı özel muayenehanelere de darbe vurdu. Yeni düzenlemeye göre, muayenehanesi olan GATA öğretim üyesi doktorlar, Genelkurmay Başkanı dahi gelse, hastanede bakamayacak. Hükümetin "tam gün" yasası kapsamında çıkardığı KHK, GATA Kanunu'nun "çalışma esasları" başlıklı 32. maddesini yeniden düzenledi. Buna göre; GATA öğretim elemanları Genelkurmay'dan izin almadan muayenehane açamayacak. Muayenehane açtıkları takdirde üniversitede sadece eğitim ve araştırma faaliyetlerinde bulunabilecekler. Hastanede askeri öğrenciler, er ve erbaşlar ile gaziler dışında hasta kabul edemeyecekler.

Doktorlar Dava Açacak
Sağlık Bakanlığı yetkilileri yeni düzenlemeye ilişkin, "Eğitim ve araştırma faaliyetlerinin engellenmemesi için yapılan bir düzenleme" açıklamasını yaparken Türk Tabipleri Birliği (TTB) Merkez Konseyi Başkanı Eriş Bilaloğlu, "Bir öğretim üyesinin 'ben hasta bakmıyorum' diyerek hastaya el sürmemesi ama aynı zamanda da eğitimden sorumlu olması makul değil. Hukuki yollara başvuracağız" dedi.
Düzenlemenin köklü üniversiteleri çökertme amacı taşıdığını iddia eden Bilaloğlu şunları söyledi: "Üniversite öğretim üyeleri muayenehane açacak ve üniversitede işlere bakmayacak. Ya da sadece üniversitede hasta bakacak. İşler kaosa girecek ve iyice içinden çıkılmaz hale gelecek. Üniversite hastaneleri kamuoyu nezdinde itibar kaybedecek ve gelir getiremez duruma düşecek. 'Bakın size muayenehane hakkınızı verdik ama eğitimle ilişiğinizi kesiyoruz' Bu mümkün değil. Doktor vatandaşa elini sürmeyecek. O zaman çatışmalar doğacak."

23 Ekim 2011 Pazar

PARA İÇİN DEĞİL EĞİTİM İÇİN AMELİYAT YAPILSIN



Üniversite hastanelerine kararnameyle getirilen "muayenehanesi olan hasta bakamaz" düzenlemesi hocaları isyan ettirdi.

Üniversite hastanelerine kararnameyle getirilen "muayenehanesi olan hasta bakamaz" düzenlemesi hocaları isyan ettirdi. Kamu hastanelerinde bir süre önce uygulamaya geçen Tam Gün şimdi de üniversite hastanelerindeki hocaların göçüne neden oluyor. Fakültelerdeki muayenehanesi olan öğretim üyeleri istifa ederek ya yurtdışına gidiyor ya da muayenehaneyi tercih ediyor. Üniversite yönetimleri ortak bir yolun bulunarak hastaların ve öğrencilerin mağdur edilmemesi gerektiği görüşünde.

Tıpta Eğitim ve Sağlık Hizmeti Bir Bütündür
Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Peyami Cinaz, "Eğitim ve sağlık hizmetini ayıramazsınız, etle tırnak gibidir. Muayenehanesi olan hekimler döner sermayeden katkı payı almadan her türlü dahili ve cerrahi müdahaleleri yapabilmelidir. Özel uzmanlığı gerektiren girişimleri yapacak sınırlı sayıdaki doktorların muayenehaneleri var gerekçesiyle hastanede bu işlemleri yapmalarının engellenmesi çok yanlıştır. Bundan hastalar ve hastaneler zarar görecektir. Örneğin göz bölümüne müracaat eden retina cerrahisini gerektiren hastaya müdahale edecek doktorun muayenehanesi varsa ne olacak? Tıp Fakültelerinde eğitim ve sağlık hizmetlerini ayıramazsınız. Tıp fakültelerinde eğitim sadece amfilerde teorik ders şeklinde olmamaktadır. Tıp eğitimi usta çırak işidir. Öğrenci eğitimi ve asistan eğitimi için öğretim üyesinin hasta başı eğitim yapması gereklidir. Cerrahi bölümlerde asistan eğitimi ameliyata girmeden nasıl olacaktır? Pratik uygulamalı hasta başı eğitimler aksayacaktır. Bu sistem tıp eğitimini, uzmanlık eğitimini olumsuz etkileyecektir. Ayrıca muayenehanesi olan hekim hastanede mesaisini oturarak geçirecek ve insan gücü, emeği değerlendirilmemiş olacaktır " diyen Prof. Dr. Cinaz, 82 öğretim üyesinin muayenehanesinin olduğunu, üç öğretim üyesinin ücretsiz izin aldığını ve altı öğretim üyesinin erken emekli olduğunu belirtti.

Ameliyat Olmazsa Eğitim Olmaz
Üniversite hastanelerinin yapısının bu uygulamaya müsait olmadığını anlatan Prof. Dr. Cinaz şöyle konuştu: "Uzmanlık eğitiminde cerrah ameliyata girmezse bu konudaki bilgisini nasıl aktaracak.. Bu hocalarımızın muayenehanesi olduğu için böyle bir vaka geldiği zaman çok özellikli ameliyatlar yapılamayacak. Ameliyat yapmazsanız eğitimi veremezsiniz. Bu müdahaleyi ehli olmayan biri yapar o zaman da bazı komplikasyonlar ortaya çıkar. Biz yasaya karşı değiliz ama düzeltme yapılmalı. Sadece muayenehanesi olanların döner sermayeden ek para almadan eğitim amaçlı bu tür vakalara girebilsin" istiyoruz.
Türkiye'de muayenehanesi olan öğretim üyesi sayısı fazla değildir. Bazı arkadaşlarımızın yanlışları nedeniyle tüm hekimler kötü uygulamalara maruz kalmamalıdır. Amacımız tam gün yasasının hastalara ve hekimlere zarar vermeden uygulanmasıdır. Ek düzenleme ile bunların düzeltilmesi sağlanabilir” dedi.


YÖK Sorunu Çözmeli
Hacettepe Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Uğur Erdener, fakülteden ayrılanlar olduğunu söyledi. Muayenehanesi olan hocaların mutlaka uygulamalı olarak eğitim vermesi gerektiğini belirten Prof. Dr. Erdener, "Gelir getirici hiçbir işlem yapılamaz dendiği için hasta raporları da imzalanamıyor. Eğitimin kapsamı açılmalı. Bu sıkıntıların YÖK tarafından yapılacak düzenlemeyle aşılmasını bekliyoruz. Öğrencilerin ve hastaların mağduriyeti önlenmeli. Örneğin bir anabilim dalında hepsinin muayenehanesi var. O zaman ne olacak? Bir an önce yeni bir düzenlemenin yapılmasını bekliyoruz" dedi.

22 Ekim 2011 Cumartesi

YABANCI YATIMCILAR SAĞLIKTA TÜRKİYE’YE ÇIKARMA YAPIYOR


Hükümetin sağlık alındaki reformlarının ardından, özellikle “yap-kirala-devret” projelerinin hayata geçmeye başlamasıyla sağlık alanında yatırımcılar gözlerini Türkiye’ye çevirdi. Kore’den Kanada’ya , Amerika’dan İran’a kadar pek çok ülkeden önemli yatırımcılar, yatırım yapmak üzere Türkiye’ye geliyor.

Sağlık yatırımları konusunda Türkiye’de yatırımcılarla işletmecileri buluşturan önemli sivil toplum örgütlerinden Sağlık Yatırımcıları Derneği, artan yatırım talebinin doğru yönlendirilmesinin önemine dikkat çekiyor. Dernek Başkanı Dr. İhsan Şahin özellikle Sağlık Bakanlığı’nın ve Başbakanlık Yatırım Ajansının yaptıkları girişimlerin çok önemli sonuçları olduğunu, Samsung gibi dünya devi firmaların yatırım için ülkemize geldiğini söyledi.

Türkiye’yi bölgesinde sağlık alanında cazibe merkezi olarak niteleyen, bu alanda yetişmiş uzman kadro ve teknoloji açısından en avantajlı ülke olduğunu vurgulayan Dr. İhsan Şahin; şuana kadar pek çok hastane yapan ve işleten firmalarla yatırımcıları buluşturduklarını ve her iki taraf için de çok kazançlı işbirliklerinin hayata geçirildiğine değindi.

Yatırımda İlk Üç İstanbul, Ankara ve Antalya’nın
Sağlık sektörüne yapılan yatırımların kalıcı ve ülkemiz için gerekli olan yatırımlar olduğunu belirten Şahin: “Devletin büyük atılımlarının yanında bizler de alandaki sivil toplum örgütü olarak ülkemizdeki sağlık yatırımlarını nasıl arttırabiliriz, bu alandaki uluslararası ölçekteki yatırımcıları Türkiye’ye nasıl çekebiliriz noktasında uğraş veriyoruz. Bu çabalarımızın sonuçlarını da almaya başladık, küresel boyuttaki çok önemli aktörler artık ülkemize sadece fonlara, hisse senetlerine ya da faize para yatırmak için gelmiyorlar, fiilen üretime ve istihdama yatırım yapmak için de geliyor. Bu değişimde Sağlık Bakanlığı’nın PPP projelerini hayata geçirmeye başlaması çok önemli bir rol oynuyor. Elbette ki özel sektörün kurmuş olduğu sağlık tesislerinin de büyük etkisi var. Bugün artık dünya devlerinden Samsung gibi çok önemli şirketlerin yanı sıra Irak’tan, Azerbaycan’dan, Gürcistan’dan yatırım için gelen bölgesel şirketler var. Türkiye’de gerek devlete ait PPP projelerinde gerekse de özel hastanecilik noktasında birçok yatırımda yerli ve yabancı aktörler birlikte hareket ettiğini görüyoruz. Dernek olarak bizler de özellikle son dönemde İstanbul, Ankara ve Antalya’daki birçok hastaneye yatırımcıların yönelmesine yardımcı olduk ve pek çoğu da yatırım yaptı. Hâlihazırda bu bölgelerde devam eden çok kazançlı projeler de ulusal ve uluslararası yatırımcıları bekliyor. ” dedi.

20 Ekim 2011 Perşembe

PSİKİYATRİK HASTALIKLAR YALAN MI?


Son dönemlerde psikiyatrik hastalıkların tedavisi üzerine çıkan tartışmalara son vermek için Amerika Birleşik Devletleri Maryland Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Psikiyatri Uzmanı Dr. Ulaş Mehmet Çamsarı, Sağlık Dergisi’ne konuyla ilgili açıklamalarda bulundu.
Son dönemlerde hiperaktivitenin hastalık olmadığı hatta psikiyatrideki birçok hastalığın aslında hastalık olmadığı üzerine tartışmalar başladı. Bu konuda “psikiyatri” ve “hastalık” nedir üzerinde duruluyor. Peki bu durum doğru mu?
“Psikiyatri, tarih boyunca belki de üzerinde en fazla tartışmanın yapıldığı, toplumun genelini bir yana dursun, hekimler tarafından bile kimi zaman tam olarak anlaşılamamış sürekli gelişen, 2000’li yıllara bilimsel birikimini artırarak girmiş ve inanılmaz bir hızla gelişimi sürdüren bir tıp branşıdır. Psikiyatri, insan akıl sağlığı hastalıkları ve davranış bozuklukları ile ilgilenir. Psikiyatri branşının varlığının sebebi akıl-beyin süreksizliğidir. (mind-brain discontinuum).”
Amerika Birleşik Devletleri Maryland Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Psikiyatri Uzmanı Dr.Ulaş Mehmet Çamsarı konu ile ilgili şunları söyledi: “Hastalık, tıpta, insan tarafından tarif edilen bir “istenmeyen” durumdur. 120 yaşına kadar bütün insanlar yaşayacak olsaydı, hepsinde mutlaka ya böbrek yetmezliği ya da kalp yetmezliği bulguları olacaktı. Aynı şekilde 100 yaşını geçen tüm insanlarda Alzheimer hastalığı yani nörodejenerasyon bulguları görülecekti. Doğada normal yaşam süreci içinde bulunan tüm normal fizyolojik süreçler hayat siklusunda bir noktada patofizyolojik bir süreç içine girer ve aslında bu da “normal” dir, ta ki insan bu gidişi değiştirmeye yeltenene ve fizyoloji ile patofizyoloji arasındaki sınırı çizip, çizginin bir yanında “hastalık” diğer yanına “normallik” ismini verene kadar.

Normal Aralıklar Psikiyatri Tarafından Bilimsel Bilgiler Işığında Belirlenmiş AralıklardırBu bilgiler ışığında denilebilir ki, örneğin kan basıncının normal değerlerini belirleyen sınır “insan” tarafından tedavi edilmek istenen sınırdır. Akıl hastalıklarında da benzer bir yaklaşım söz konusudur. Örneğin kaygı düzeyi kişinin normal fonksiyonlarını etkilediği anda “bozukluk” adını alır ve tedavi edilir. Kaygının normal aralığı, duygudurumun normal aralığı, bilinç açıklığının normal aralığı insan tarafından tarif edilmiş, normal aralıkları psikiyatristler tarafından değerlendirilen aralıklardır ve gerek görüldüğünde tedavi edilirler.

“Hastalığın Etyolojisi”Hastalıkların insanlar tarafından tarif edildiği gerçeğinden yola çıkarak bir diğer basamağa geçelim. Hastalık diye tarif edilen duruma yol açtığı tespit edilen nedene “hastalığın etyolojisi” denir. Bu etiyoloji, bir fizyopatolojik duruma (yine insan tarafından tarif edilir) yol açarak hastalık bulgu ve belirtilerine yol açan bir dizi şelale reaksiyonları yol açar.

Psikiyatrik Hastalıkların Tarifinin Diğer Hastalıklardan Farkı Nedir?Psikiyatri, beyin ve beynin “seçerek” uyguladığı davranışlarla uğraşır. Uğraştığı organın aktivitelerinde “bilinçli bir seçim” bileşeni olan tek organ beyindir. Bu durumu biraz daha açmak gerekir. Örneğin kalbin “normal” olarak kabul edilen bir anatomisi ve bir fizyolojisi vardır. Her kalbin kadında ve erkekte farklı olmak üzere normal kabul edilen bir ağırlığı ve bir hacmi vardır. Her kalbin pompa gücünün bir normal aralığı vardır. Her kalp bir insan bedeninde yaşama başlar ve o beden hayatta kaldığı sürece o bedenle birlikte yaşar, o bedenin gerçekleri ile yüzyüze kalır, o bedenin gerçeklerine maruz kalarak aktivitelerini sürdürür. Bu anlamda her kalbin ayrı bir hikayesi vardır. Beyin bütün diğer organların özelliklerini taşır. Onun da bir normal hacmi, onun da normal sınırlarda bir anatomisi vardır. Ancak beynin diğer organlardan farklı olarak çok üst seviyede şekillendirerek uyguladığı insan davranışıdır. İnsan davranışı, beynin içindeki fizyolojik mekanizmalara dayanıyor olsa da, bu ilişki direk olarak kurulamaz (akıl beyin süreksizliği), insan beyninin sınırsız motivasyon üretebilme esnekliği sayesinde (dorsolateral prefrontal korteks yönetiminde) insan sınırsız değişik “motive davranış” üretebilme kapasitesine sahiptir. Her insan “aklı”, beyin hücrelerinin fonksiyonlarının görünen bir nedenselliği olmaksızın (mind-brain discontinuum) tamamen bağımsız bir davranış üreticisidir. Tüm davranışlar insan aklının bir ürünüdür ve insan iradesi tarafından değiştirilebilir. Bu anlamda davranış bozuklukları “psikiyatrik hastalık” sınıfına girmezler çünkü davranış bozukluklarının etiyolojisi “insan aklıdır”. Psikiyatriye karşı yapılan saldırıların temelinde yatan bu ayrımın anlaşılamamasıdır.

Psikiyatrik Hastalıklarda “Beyinde Bir Parça Bozukluğu” GösterilebilirPsikiyatrik hastalık ve davranış bozukluklarını ikiye ayırmamız gerekir. Psikiyatrik hastalıklar, beyinde gösterilebilir patolojilerin bir ürünüdür ve tıptaki klasik hastalık tarifine uyarlar. Örneğin şizofreni hastalığında beyinde doğuştan itibaren gösterilmiş bir nörogelişimsel patolojiler söz konusudur. Yıllara yayılmış bu patoloji kendini genellikle genç yaşlarda gösterir ve hastalık bulgularına yol açar. Bir anlamda “beyinde bir parça bozukluğu” vardır ve bu gösterilebilir. Bu tip psikiyatrik problemlere “psikiyatrik hastalık” denir.

Davranış Bozukluklarında “Beyinde Bir Parça Bozukluğu” GösterilemezBeyindeki “parça bozukluklarına” bağlı olarak davranış bozuklukları oluşabilir, ancak davranış bozukluklarının büyük bir kısmı beyinde gösterilebilir patolojilerin sonucunda oluşmazlar. Örneğin kokain bağımlısı olan bir birey, doğuştan bir “parça bozukluğu” ile doğmaz. Birey kendi iradesi ve motivasyonu ile tercihi doğrultusunda bu maddeyi bedene maruz bırakarak “davranışa bağlı bir patofizyolojik süreci” başlatır. Davranış kontrol edildiğinde ise patolojik süreç ortadan kalkar.

Davranış Bozuklukları Neden Hastalıklardan Farklıdır?Davranış bozukluğu bireyin tercihine tabi durumların bireyin hayatında sorunlara yol açtığı durumlar için tarif edilir. Bu tarif çağdan çağa, zamandan zamana değişecektir, çünkü insan davranışı tarih boyunca sürekli değişmiştir ve değişmeye devam etmektedir. Örneğin bundan 20 yıl önce “internet bağımlılığı” diye bir sorun yokken, şu anda böyle bir durum sorun olarak ortaya çıkabilir ve psikiyatri hekimi bu sorunla karşı karşıya kalabilir. Bu bir hastalık değildir, davranış problemidir ve davranış değişikliğine birey ikna edilerek tedavi edilebilir. Bireyin davranış değişikliğine ikna edilmesi işlemine “psikoterapi” denir. Psikoterapi bir “ikna” işlemidir. Hiçbir ikna işlemi bir hastalığı tıbbi anlamda tedavi edemez, ancak bireyin davranışını değiştirmesi için ikna ederek sorunun çözümüne yardım edebilir. Günümüzde psikiyatri dışındaki hekimlerin ve toplumun en fazla kafasını karıştıran durumlar “davranış bozukluklarıdır”.

Neden Psikiyatrideki Teşhis ve Yaklaşımların Anlaşılması Zordur?Davranış bozuklukları, Amerikan Psikiyatri Birliği’nin kullandığı akıl sağlığı ve hastalıkları teşhiş kılavuzu olan DSM kitapçığında psikiyatrik hastalıklarla birlikte gruplanır ve hepsine birden “bozukluk” denir. Örneğin bu sistemde kullanılan multiaksiyel yaklaşımda teşhis kısmına gerçek bir hastalık olan “Şizofreni” ile örneğin, “kumar oynama bozukluğu” ya da “hiperseksüel bozukluk” yan yana yazılır. Bu çok kafa karıştıran bir durumdur çünkü bunlardan birisi “tıbbi anlamda hastalık” diğerleri ise “davranış bozukluğu” dur. Bunu bu şekilde gören hekimler dahi bazen psikiyatrik teşhişlerin “bilimselliği” konusunda şüpheye düşerler. Buradaki problem, psikiyatrinin yaklaşımlarının bilimsel olup olmadığı değil, teşhis sistemlerinin nasıl kullanıldığı ve bunu uygulayan hekimlerin psikiyatrik yaklaşımıdır. Psikiyatrinin bilimsel yaklaşımı tüm diğer tıp branşları kadar bilimsel metotları kullanır. Kullandığı metotlar, hastalık ve davranış bozukluğu olarak tarif ettiği durumların belirtilerini semptomatolojik olarak gruplar ve etyoloji arar. Sorun şudur ki, psikiyatrik hastalık ve davranış bozuklukları çok komplekstir, ve belirtilerden nedene gitmek akla hayale sığmayacak kadar çok bilgi birikimi gerektirmektedir ve bu sebeple psikiyatrik sorunların etyolojisini tespit edilmesi süreci diğer tüm tıp branşlarına göre geri kalmıştır bunun da nedeni bellidir. Bir şizofreni hastalığının etyolojisi için gerekli bilgi ve araştırma yükü örneğin dört odacıklı basit bir pompadan ibaret olan kalbin hastalıkları için gerekli bilgi ve araştırma yükünün binlerce katı olarak tahmin edilebilir.

DSM Kitapçığındaki Sıralamalardan Doğan KargaşaDSM kitapçığında sağlıksız ve etyolojiden bağımsız listeleme, diğer deyişle, davranış bozuklukları ile psikiyatrik hastalıkların birarada gruplanması psikiyatriyi derinlemesine anlamayan ya da psikiyatrinin varlığından rahatsız olan kesimlerce psikiyatrinin aleyhinde kullanılmış, toplumdaki geçerliliğinin azaltılması için bazı çevrelerce mesleğin saygınlığını zedelemek amacıyla kullanılmış ve halen kullanılmaktadır. Psikiyatrik yaklaşımları doğru anlamayan kişiler şu tip soruyu sorabilir. Daha önce hastalık olan bir durum şimdi nasıl DSM’den çıkarıldı? Daha önce hastalık olan durum şimdi değil midir? DSM kılavuzuna neden sürekli yeni hastalıklar ekleniyor? Bu soruların yanıtları, DSM kılavuzuna eklenip çıkarılan durumların büyük bir kısmı “davranış” kategorisinde incelenmesi gereken durumlardır ve hastalık değildir. Şizofreni ve bipolar hastalık örneğin, beyindeki parça bozukluğundan kaynaklandığından emin olduğumuz, genetik kökenli beyinde gösterilebilir patolojilerin olduğu hastalıklardır ve her zaman öyle kalacaklardır. Ancak örneğin, alkol bağımlılığı alkol olan bir yerde olacak, alkol olmayan bir yerde olmayacaktır. Alkole maruz kalmamış bir toplumda alkol bağımlılığı bir sorun olarak karşımıza çıkamaz, genetik yatkınlıktan bahsedilse dahi. Davranış sorunları çağdan çağa, toplumdan topluma değişiklik gösterir ve soruna yol açtığı anda tarif ve teşhis edilir, o durumda tedavi edilmesi gerekir. Davranış problemleri, psikiyatrik tıbbi hastalıklardan çok farklıdır, sınırsız bir çeşitliliğe sahiptir ve sürekli değişir. Psikiyatrinin tüm diğer branşlardan farkı budur, çünkü insan bedeninde beyinden başka hiçbir organın “davranışından” söz edilemez. Psikiyatri tüm diğer tıp branşlarının sahip olduğu “hastalık” kategorisine sahiptir, ve dahası sayıları sınırsız olabilecek “davranış” kategorisine de sahiptir. Hekimlerin büyük kısmı dahi bazen psikiyatriyi diğer branşlardan ayıran bu temel farkı anlamayabilirler çünkü psikiyatri dışındaki hiçbir branşın hastalık kategorisi dışında bir “davranış” kategorisi yoktur.


Psikiyatrik perspektifler nelerdir?Psikiyatri insan akıl sağlığına 4 şekilde yaklaşır :
1-Hastalıklar (Disease) --- (Person HAS / Beyindeki Bozuk Parça)
2-Davranışlar (Behavior) – (Person DOES / Kişinin Yaptıkları)
3-Karakteristikler (Dimensions) – (Person IS / Kişinin doğuştan sahip olduğu normal özellikler)
4-Yaşananlar (Life Story) – (Person ENCOUNTERS / Kişinin yaşamı boyunca karşılaştıkları)
Bu basit yaklaşımı bir analoji ile daha anlaşılabilir hale getirmek gerekir.
Bir insanı, bir arabaya benzeterek kuracağımız benzetmede şu durum ortaya çıkacaktır. Arabanın markası (karakteristikler), arabanın üretim hatası (disease), arabanın sürücüsü (davranış), arabanın sürüldüğü yollar (hayat hikayesi)

“Psikiyatride Bozuk Parçalara İlaçla Müdahale Edilir”4 perspektiften yola çıkarak bir tıp branşı olarak psikiyatrinin hastaya nasıl yaklaştığı konusunda ve sorunlara nasıl çözüm bulabileceği konusunda bazı fikirler öne sürülebilir. Hastalıklar, diğer deyişle, “bozuk parçalar” , tıpta ya değiştirilir, değiştirilemiyorsa ıslah edilmeye çalışılır. Biri cerrahi biri tıbbi iki tip yaklaşım vardır. Psikiyatrik sorunlarda “parça” değişikliği yapmak günümüz tıbbi olanakları ile mümkün değildir. O nedenle psikiyatride bozuk parçalara ilaçla müdahale edilir. Çok nadiren (derin beyin stimulasyonu) beyindeki bazı parça bozukluklarına pil takma girişimleri gibi müdaheleler son yıllarda gündeme gelmiştir.

“Davranış Problemleri Kişiyi İkna Ederek Değiştirilir”Psikiyatrideki “davranış problemleri” yani “psikoterapi” bireyle konuşarak onun davranışını istenilen şekilde değiştirmeye yönelik pasif bir girişimdir. Kognitif Davranışsal Tedavi (Cognitive Behavioral Therapy) gibi yerleşmiş bazı teknikler kişilerin davranışlarında ciddi değişiklere yol açabilerek oldukça etkili olabilirler. Psikanaliz, psikodinamik terapi gibi eski usül yöntemlerin (koltuğa uzanan hasta, onu dinleyen psikiyatrist modeli) bilimsel geçerliliği yoktur, Freud doktrinlerine dayalı, dogmatik, ve bilimsel olarak doğrulanamayan bir teorik alt yapıya sahiptirler, buna rağmen kişinin “ikna” edilmesi sürecinde etkili olabilecekleri için halen nadiren de olsa kullanılmaktadır.

“Hayat Hikayesinden Yeniden İşlenmeli”Psikiyatrideki “hayat hikayesi” sorunları, yaşanmış travmatik olaylar, kişilerin bu olayları nasıl hatırladıklarına ve bunlara ne anlam yüklediklerine göre etkili olduğu için yine kişiyi bu konuların anlamlarını “yeniden işlemeleri” konusunda “ikna” edilerek tedavi edilebilir. Travmaya bağlı olan vejetatif ve fizyolojik sorunlara da ilaçla da müdahele edilebilir.

“Kalbin Herkeste Farklı Olan Hacmi gibi Her Bireyin Karakteri Farklıdır”
Kişinin karakter yapısı ile ilgili olan boyutsal perspektif (arabanın markası analojisi) kişinin doğuştan sahip olduğu karakterlerdir. Aynı bir kalbin herkeste farklı olan hacmi gibi, bir böbrekteki kişiden kişiye değişen nefron sayısı gibi, normal kabul edilen sınırlarda her bireyin karakteristik beyin özellikleri ve davranış yatkınlıkları vardır. Bunlara kısaca “huy” ya da “mizaç” denir. Bu özellikler kişinin hayatında sorunlar yaratıyorsa, psikiyatri hekimi hastaya bu sorunlara yönelik bir “kılavuzluk” yapabilir. Analojimize dönersek, arazi özellikleri olmayan bir arabayı, arazide kullanmaya çalışan ve sorunlarla karşılaşan bir sürücüye arabanın özelliklerinin bu duruma uygun olmadığı konusunda verilecek bir tavsiye psikiyatri hekiminin işidir.”

Dr.Ulaş Mehmet ÇamsarıEge Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden mezun olmuş, Amerika Birleşik Devletleri'nde Cleveland Clinic ve Johns Hopkins Hastanelerinde genel psikiyatri ihtisası yapmıştır. Halen Maryland Üniversitesi Hastanesinde Konsültasyon-Liyezon Psikiyatrisi alanında yandal uzmanlığı yapmaktadır. Dr. Çamsarı, psikiyatr, klasik piyanist ve bestecidir.

19 Ekim 2011 Çarşamba

HASTANIN ACİL OLUP OLMADIĞINA KİM KARAR VERECEK?

Özel hastanelerin hastalardan ücret farkı aldığı tespit edildiğinde gerekli işlem yapılarak cezai müeyyide uygulanıyor. Hangi hastanın acil olup olmadığı konusundaki karışıklıklar yeni uygulamalarla çözüm buluyor.

Ülkemizde acil servislere yapılan başvuruların önüne geçmek için çeşitli önlemler alınırken, hastanın acil olup olmadığı konusunda bazı çelişkiler oluyor. Hasta acil olduğu düşüncesiyle başvurduğu özel hastaneden, “acil değilsin” cevabı karşılığında ödeme yapmak durumunda kalıyor.
Ortaya çıkan bu karışıklık hakkında Sağlık Dergisi’ne açıklamada bulunan Sağlık Bakanlığı Tedavi Hizmetleri Genel Müdürü İrfan Şencan, acil olduğu tespit edildiğinde gerekeni daha önce yaptıklarını aynı durum olduğunda yine yapacaklarını belirtti. Şencan, ödeme güçlüğü olan bir hastadan para almanın, karşılığının suç olduğunu söyleyerek, vatandaşların şikayetleri yazılı olarak Tedavi Hizmetleri Genel Müdürlüğüne ya da SABİM’e iletebileceklerini dile getirdi.

“Hastanelere Fark Alıyor mu?” Diye Müfettiş Görevlendirmemize Gerek Yok
Şencan, konuyla ilgili şunları söyledi: “Şu anda vatandaşlarımızın hepsi acil servislere başvuruyor. Önemli olan acil servislerde özel hastanede olsa para almayacağı, kanaatinin oluşmasıydı, bu da oluştu. Herkes kendi işini kendi takip edebiliyor. Hastanelere fark alıyor mu diye müfettiş görevlendirmemize gerek yok, vatandaşlar zaten bu duyarlılığa ulaştı. Birkaç büyük hastaneye şikayet üzerine inceleme sonucunda ceza verildi. Mahkeme sonucu belli olmadığı için isim veremiyorum.

Acil Servislerin Suistimal Edildiği Bir Gerçek
Bu konuda hiçbir müsamahamız yok kural belli şikayet varsa inceliyoruz, ispatlanırsa gereğini de yapıyoruz. Acil servislerin kullanım olarak suistimal edildiği de bir gerçek. Gündüz yetişemediğimiz için basit bir ağrıyı acil kapsamında görenler, baş ağrısını, üç gün önceki ayak burkulmasını acil diye gidenler var. Acillerde yaptırdığımız araştırma sonucunda, vatandaşların yüzde 43’ü acil olmadığı halde acile başvurduğunu söylüyor.

Acilde Çalışanlara göre Acile Gelenlerin Yüzde 80’i Acil Değil
Sağlık sektöründe çalışanlarda, acilde çalışanlarda acile gelenlerin yüzde 80’inin acil olmadığı kanaatinde. Böyle bir durumda dengeli olmamız gerekiyor. Suistimal edilmesine karşı özel hastanelerin yüzde 30-70 oranında fark alma durumu da var.

Hastanın Acil Olup Olmadığına Kim Karar Verecek?
Hastanın başvurusu esnasında acil olup olmadığına karar verileme süreci önemli. Daha sonra bilimsel kurulun karar vermesi kolay. Ancak sorumluluğu acilde bakan doktor üzerindedir. Bazen öyle oluyor ki karın ağrısıyla kalp krizi görülebiliyor. “Karın ağrısı acil değildir” gibi genel bir hüküm vermek mümkün değil. İtiraz olursa bilirkişi kararı uygulanıyor.

Hangi Durumda Kim Para Ödüyor?
Sosyal güvencesi olmayıp, parası olan biri Sosyal Güvenlik fiyatlarından özel hastaneye ödeme yapıyor. Özel hastanenin kendi fiyatlarından değil. Hastanın, sosyal güvencesi varsa, sosyal güvencesinden ödeniyor. Ekstra para alınmıyor. Sosyal güvencesi olmayıp parası da olmayanlardan da para alınmıyor. Vatandaş “param yok” diye beyan ettikten sonra para alınmaz. “

17 Ekim 2011 Pazartesi

TÜM YÖNLERİYLE MEME KANSERİ



Genel cerrahi asistanları ve uzmanları başta olmak üzere meme kanseri ile ilgili tıp disiplinlerinde çalışan uzmanlar ve öğretim üyeleri için “Tüm Yönleriyle Meme Kanseri” 22 ayrı eğitim kurumundan 64 yazarın katkıda bulunduğu Türkçe kaynak kitap çıktı.
Tüm Yönleriyle Meme Kanseri tamamen özgün olarak Türkçe yazılan “Tüm Yönleriyle Meme Kanseri”. hem başvuru kitabı hem de teknik bir atlas özelliği taşıyor. Mersin Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. K. Süha Aydın ve Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Ana Bilim Dalı öğretim üyesi Doç. Dr. Tamer Akça’nın editörlüğünü yaptığı kitap raflardaki yerini aldı. Nobel Yayınevi’nden yayımlanan 650 sayfalık kitapta, meme kanserinin tarihçesi, teşhis ve tedavi uygulamaları, yeni bakış açıları gibi konular farklı makalelerle ele alınıyor.

“Tamamen Özgün Olarak Türkçe Yazılan Başucu Kitabı”Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Ana Bilim Dalı öğretim üyesi Doç. Dr. Tamer Akça kitap hakkında şunları söyledi: “‘Tüm Yönleriyle Meme Kanseri’ adlı kitap, tamamen özgün olarak Türkçe yazılmış bir başvuru kitabı olmanın yanı sıra teknik bir atlas olmayı da hedefliyor. Yaklaşık 3 yıllık bir projenin eseri olan kitap ile tüm genel cerrahların ve konuyla ilgili uzmanların bir ‘başucu kitabı’ olması amaçlanıyor. Akademik ancak kolay okunabilen bir dil kullanmaya özen gösterilen kitapta özgün fotoğraflar ve çizimler de önemli bir yer tutuyor.

44 Bölüm 22 Ayrı Eğitim Kurumundan 64 Yazar44 bölümden oluşan ve meme hastalıklarının tarihçesi ile başlayan kitapta; meme kanseri ile ilgili tüm bilgileri bulmak mümkün. 22 ayrı eğitim kurumundan 64 yazarın katkıda bulunduğu “Tüm Yönleriyle Meme Kanseri” adlı kitabın temel hedef kitlesini, genel cerrahi asistanları, genel cerrahi ve meme kanseri ile ilgili tıp disiplinlerinde çalışan uzmanlar ve öğretim üyeleri oluşturuyor. Kitap, meme kanserinin tarihçesi, klinikler arası iletişim, ameliyat sonrası takip programı, meme rekonstrüksiyonları, perioperatif bakım, menopoz yönetimi, adli sorunlar, ağrı yönetimi ve meme kanseri tedavisinin geleceği başlıkları bir araya getirmesi açısından da önem taşıyor.. Özellikle yapılan pratik işlemlerin aşama aşama fotoğraflanması sayesinde teorik olarak anlatılanların pratik uygulamalarını da gösterdik. Bu anlamda görselliğe özel bir önem verdik.


“Türkçe Yazılmış Özgün Eserlerin Eksikliğini Hepimiz Duymaktayız”Bugün tıp kitapları satan kitapçıların raflarına baktığınızda yabancı dilde yazılmış kitaplar ve bu kitapların Türkçe çevirilerinin çoğunlukta olduğunu görüyorsunuz. Bu kitaplar gerçekten uluslararası değeri olan önemli kitaplardır. Onların varlığı tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de bilimin gelişmesi ve yaygınlaşması için gereklidir. Bu tür kitapların en büyük sorunları ise ülkemiz pratiğine uyduramadığımız tedavi şemaları önermeleri ve eğer Türkçeye çevrilmişlerse gündemi 4-5 yıl geriden takip etmeleridir. Yine de geçmiş zamanda bu kitaplara ulaşmadaki imkânsızlıklar göz önüne alınacak olursa sağladığı katkılar asla göz ardı edilemez. Ancak biz bu eserlerin yanı sıra ana dilimizde yazılmış kaynakların da ihmal edilmemesi gerektiğine inanmaktayız. Ülkemizin gerçeklerinden yola çıkan ve dünya akademik yazını ile ortak bir paydada buluşabilen Türkçe yazılmış özgün eserlerin eksikliğini hepimiz duymaktayız.

Kapakta Kanserin Asık Suratlı İmajından KaçtıkKapak resmimizi Çukurova Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Dekanı ve Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik A.D. Başkanı Prof. Dr. İlter Uzel’den rica ettik. Kendisi bize Antakya Müzesi, Daphne (Harbiye) tarzında bir mozaik kompozisyonu oluşturdu. Bu sayede kanser sözcüğünün asık suratlı imajından bir parça da olsun kaçınabilmişizdir umarız.”

“HASTANELERE BAŞVURANLARIN YÜZDE 50’Sİ YAŞLI HASTA”

Türkiye’de hastanelere yapılan başvuruların yüzde 50’sinin yaşlı hasta olmasıyla önem kazanan “Geriatri” Bilim dalı hakkında Sağlık Dergisi’ne konuşan Akademik Geriatri Derneği Başkanı Prof. Dr. Servet Arıoğlu, “Yaşlı nüfusun artması nedeniyle ilaç kullanımı ön planda ele alınmalı” dedi.

5 milyon 26 bin yaşlının bulunduğu Türkiye’de hastanelere yapılan başvuruların yarısı yaşlı hasta. Yaşlılarda yüzde 20 oranında diyabet, yüzde 7 demans, yüzde 10 kalp yetersizliği, yüzde 60’ında hipertansiyon, yüzde 50’nin üzerindeki kadınlarda osteoporoz, erkeklerde yüzde 25 civarında görülüyor. 2. Akılcı İlaç ve Tıbbi Beslenme Ürünleri Kullanımı Sempozyumu, geriatri uzmanlarının katılımıyla Ankara’da yapıldı.
Akademik Geriatri Derneği Başkanı Prof. Dr. Servet Arıoğlu, 65 yaş ve üstünün geriatrinin ilgi alanı olduğunu hatırlatarak, yapılan toplantıya Türkiye’deki tüm geriatri uzmanlarının katılmasının yanı sıra nörolog, psikiyatrislerin, aile hekimi ve fizik tedavi uzmanları olmak üzere 160 kişinin katılımıyla gerçekleştiğini belirtti.

Hastaneye Yatışların Yüzde 50’si Yaşlı
Prof. Dr. Arıoğlu yaşlıları ilgilendiren tüm hastalıkların ele alındığı sempozyumda, demans, alzheimer, depresyon, diyabet, hipertansiyon, osteoporoz ve beslenmenin ayrı olarak ele alındığını kaydederek şunları söyledi: “Türkiye’de beklenen yaşam süresi arttı ve ortalama yaşam süresi 74’e çıktı. Giderek bu rakamın yükselmesi, yaşlı oranının da giderek batı ülkelerine yaklaşması sonucunda, hastaneye yatışların yüzde 50’si yaşlı hasta oldu. Bu nedenle ilaç kullanımının ön planda ele alınması gerekiyor. Akılcı ilaç, bir ilacın bir hastalıkta kullanımının rasyonel, akılcı kurallara uygun, yan etkilerinin tahmin edildiği ve mümkün olduğunca az sayıda ilacın kanıta dayalı olarak verilmesidir.

“İlaç İsrafının En Büyük Nedeni, Muayene Süresinin Kısalığından Kaynaklanıyor”
Türkiye’de akılcı ilaç kullanımı yönünden durum iyi değil. Bir hastaya ayrılan zamanın çok kısa olduğunu ve bunun sonucu olarak ilaçların hastaya izah edilmeden verildiğini gözlemlemekteyiz. Sizin muayene etmeniz gereken hasta sayısı 8 iken 80 hasta verilirse, burada bir sorun var demektir. Bir hastaya ayıracağınız süre bir buçuk dakika olur. Daha da iyi düşünürsek 5 dakika olursa, hastanın şikayetinin dinlenmesi, ilaçlarının yazılması, bu ilaçların nasıl kullanılacağı hastaya aktarılması gerekir. Hastaya ayrılan sürenin bazı devlet hastanelerinde ve birinci basamakta, akılcı ilaç neye göre seçilir tartışırken bunu hastayı muayene süresinin uygun olmaması nedeniyle amaca varılmamış oluyor.

Performans Sistemi Akılcı İlaç Kullanımını Zorlayabilir
Performans sistemi akılcı ilaç kullanımını zorlayabilir. Mümkün olduğu kadar uygun fiyatla kanıta dayalı tedavinin saptanması yani olmazsa olmazı. Mesela, hastaya tansiyon ilacını verdiğimizde ayak bileğinde şişme olacağını söylemezsek, olmaz. Tedavi eksik kalır, komplikasyonlar konusunda mutlaka hastayı bilgilendirmemiz lazım. Benim önerim, mümkün olduğunca az sayıda hastanın, gerektiği gibi muayene edilmesi. Bu konuda mutlaka bir formül bulunmalı.

Hastalar Doktorlara Güvenmiyor
Hastanın yerine kendinizi koyduğunuzda gerçekten muayene edilip edilmediğinize ikna oluyor musunuz? Bizimle ilgilenildiği izlenimini ve gerçeğini hastaya hissettirmemiz gerekiyor. Bunu hissettirmezseniz “bir buçuk dakikada muayene oldum, ilacımı hemen verdiler ama bu doğru mu yanlış mı “diye güven oluşmaz. Sonra hasta ilacı bırakabilir. Depresyon tedavisinde 6 haftadan önce ilacın kesilmesi mümkün değil, ama hasta bir iki hafta sonra kaygılarım azalmadı, keyifsizliğim azalmadı, uykularım yine bozuk diye bırakabilir. Bu hekimin yeteri kadar hastaya ilacın ne kadar süre kullanılacağını bildirmemesinden kaynaklanır. Onun için bu üçgenin mutlaka kurulması lazım. Hastanın iyi dinlenmesi, hastanın mutlaka muayene edilmesi ve ilacın temel bilgilerinin anlatması gerekir.

Yaşlı Hastaların Yüzde 15-20’si Beslenme Yetersizliği Yaşıyor
Türkiye beslenme kaynakları açısından fakir bir ülke değil, biraz karbonhidratlı beslenmede ağırlık var. Yaşlı gruplarda genelde beslenme yetersizliği ile karşılaşıyoruz. Dişlerinin olmaması, eşi ölmüş erkek yaşlının yemek yapamaması, yemeğe ulaşılabilir olamaması gibi hastalarla yüzde 15-20 oranında karşılaşıyoruz. Hastaneye yatan her yaşlının beslenme yönünden değerlendirilmesine bakıp, kilo kaybı olup olmadığı inceleniyor. Mama tarzında destek verebiliyoruz. Son aşamalarda damardan veya gastrostomi ile beslenme sağlanıyor. Tıbbi rapor vererek mamaların karşılanması evde bakımda da imkan tanıyor.”

13 Ekim 2011 Perşembe

HACETTEPE ÇALIŞANLARIYLA FİKİR ÜRETTİ

Hacettepe Üniversitesi Hastaneleri, günümüzde kullanılan modern yönetim tekniklerinden “Fikir Üretme Çalıştayları” ile çalışanlarının görüşünü aldı.

Kaizen "herkesi kapsayan sürekli iyileştirme” anlamına gelmektedir. Sürekli iyileştirme süreci; düşünce ve davranış olarak çalışan herkesin, her durumu tartışmaya açması ve sonra bunu iyileştirmenin yollarını birlikte aramasıdır.

Günümüzde kullanılan modern yönetim tekniklerinde iyileştirme çalışmalarında çalışanların katkısı alınmakta, “bir işi en iyi o işi yapan bilir” argümanından hareketle süreçlerde yaşanan sıkıntıların farkındalığının arttırılması ile çözüm önerileri ortaya konması aşamalarında çalışanların fikirlerinin alınmasının önemi dile getirilmektedir.

Hacettepe Üniversitesi Hastaneleri Kalite Koordinatörü Dilara Deniz Erdem nitelikli, motivasyonu yüksek ve kurum aidiyeti olan çalışanlar yaratmanın adımlarından biri “onlara sormaktır” diyerek gerçekleştirdikleri bu çalışma hakkında Sağlık Dergisi’ne şunları söyledi: “Hastane çalışanlarının hizmet süreçlerine ilişkin ortaya koydukları sorunlar, engeller ile bunlara ilişkin çözüm önerilerinin alınmasını amaçladığımız bu çalışmada ileri problem çözme teknikleri kullanıldı. Yetkin bir yönlendirici eşliğinde yapılan çalıştaylarda sonuca götüren eylemlerin planlanmasını sağlayacak adımlar atıldı. Kurumda zaten 2002 yılından beri sürdürülmekte olan “Sürekli Kurumsal Gelişim Projesi”nin en büyük destekçileri olan çalışanların bu sayede sürekli iyileşme felsefesine katkılarının daha da güçleneceğini düşündük.

Sürekli Kurumsal Gelişim Projesi
Toplam Kalite Yönetimi felsefesinin bir ucunda Süreç Yönetimi, diğer ucunda da İyileştirme Takımları Sistematiği bulunmaktadır. 2002 yılında Hacettepe Üniversitesi Hastaneleri’nde başlatılan “Sürekli Kurumsal Gelişim Projesi” kapsamında yapılmaya çalışılan tüm kalite çalışmalarında kurumda en iyi başarılan işler hep İyileştirme adına çalışan takımlardan, proje ekiplerinden gelmiştir. Toplam Kalite felsefesinde strateji, çalışanı işin içine dahil ederek çözümün bir parçası haline getirmek, çalışanı dinlemek ve geri bildirim yapmaktan geçmektedir.



Çalıştayda Yaratıcı Fikir Oluşturma Yöntem ve Teknikleri Kullanıldı
Çalışmanın tamamı konularında uzman yönlendiriciler ve Hacettepe Üniversitesi Hastaneleri yönetim ekibinden temsilciler eşliğinde 9 çalıştay şeklinde gerçekleştirildi. Çalıştayların tümü “kürsüden anlatma ve toplu dinleme konferansı” şeklinde değil, yaratıcı fikir oluşturma yöntem ve teknikleri kullanılarak, tüm katılımcıların tüm çalışmalara başından sonuna kadar aktif katılımı ile yazılı bilgi ve belge üretmeye yönelik olarak gerçekleştirildi.
Çalıştay başına ortalama 100 kişinin katıldığı 9 ayrı çalışma sırasında katılımcılardan “İşinizi yaparken karşılaştığınız ve özellikle iletişim kalitesini etkilediğini düşündüğünüz sorunlar nelerdir? Bu sorunların aşılması için önerebileceğiniz çözüm önerileriniz nelerdir?” gibi soruların yanıtı istendi.

647 Soruna Bin 82 Çözüm Önerisi
Çalışmaya toplam 853 çalışanın katılımı gerçekleşmiş, çalışmalarda gruplandırma sonucunda belirlenen 647 adet sorun için yine çalışanlarca bin 82 çözüm önerisi geliştirilmiştir. Katılımcılar bu çözüm önerilerinin 536 tanesinin kısa vadede, 344 tanesinin orta vadede, 202 tanesinin de uzun vadede hayata geçirilebileceğine inandıklarını belirtmiştir.



Hemşire ve Teknikerler Motivasyon İçin Eğitim Talep Etti
Ameliyathane çalışanları arasında kısa vadede hizmet içi eğitimin tüm personel için sürekli kılınması en çok bahsi geçen konu olmuştur. Hemşirelerin yanı sıra ameliyathane teknisyenleri de kendi işlerini daha iyi yapabilmek, güncel uygulamalardan haberdar olmak ve motivasyonlarının arttırılmasının sağlanması için eğitim talep etmişlerdir. Bu öneri, ilgili müdürlükle bağlantıya geçilerek yeni bir eğitim planı yapılmasına yardımcı olmuştur.
Ayrıca hemşire grubu da özellikle hasta güvenliği uygulamaları hakkında diğer personelin daha sık bilgilendirilmesi ve uygulamalara ilişkin sonuçların düzenli paylaşımının faydalı olacağı şeklinde öneri getirmiştir. Özellikle ameliyat sonrası tedavi planlarının standartlaşması açısından standart bir formun yürürlüğe girmesi gerekliliği de çalışma sonucunda ortaya çıkmıştır. Cerrahi Bakım ve Anestezi Ekibine götürülen bu öneri olumlu karşılanmış, cerrahlar için ameliyat sonrası kullanmaları adına standart bir form oluşturulmuştur.
Özellikle süreçler, çalışma ortamı, iletişim, ilaç ve malzeme kullanımına yönelik alanlarda kurumun yararına, iyileştirici öneriler ortaya koyulmuş, hastane yönetimi Kalite Koordinatörlüğü rehberliğinde bu konuların çözümü için proje ekipleri/iyileştirme takımları kurmuştur.


“Biz Bize” ve “Masa Üstü Üçgenleri”
Servislerde çalışan katılımcılar fiziksel koşullardan, çalışma ortamlarından memnunken yeterli personel ile çalışamamak konusunda sorunlarını dile getirmişlerdir. Bu soruna ilişkin Hacettepe Üniversitesi Hastaneleri yönetim ekibinden çalıştaylara katılanlar çalışmada söz alarak imkânlar ve kanunlar dâhilinde personel alımına ilişkin yürüttükleri çalışmalardan bahsetmişler, yakın zamanda yapılacak personel alımı hakkında bilgi vermişlerdir. İç iletişimin arttırılmasına yönelik bir hastane bülteni çıkarılabileceği, e-posta ile bilgilendirme yapılabileceği gibi çözüm önerileri getirilmiş; Kalite Konseyi’nin gündemine alınmasının hemen ardından, kurumda “BİZ BİZE” adında kurum içi iletişim bülteni hem basılı hem de hastane intranet (NEKSUS) sisteminde yayınlanmaya başlanmıştır. Basım Yayın ve Tanıtım Koordinatörlüğü ile işbirliğine girilerek de 3 ayda bir yenilenmesi planlanan ve “Masa Üstü Üçgenleri” adı verilen bilgilendirici, dikkat çekici iletişim totemleri kullanılmaya başlanmıştır. Tüm bu iletişim çalışmalarını etkin yürütebilmek adına da kurumda bir “İletişim Komitesi” kurulmuştur. Çalıştaylar tamamlandıktan 6 ay sonra bir “Geri Bildirim Toplantısı” düzenlenerek katılımcılara bu süreç içerisinde atılan adımlar ve çalışanların önerisi doğrultusunda yapılan iyileştirmeler konusunda Hastaneler Genel Direktörü tarafından bilgi verilmiştir.”

12 Ekim 2011 Çarşamba

EN KÖTÜ KÂBUSUMUZ: “TOPLUMSAL AFAZİ”

“Celbedilmiş Toplumsal Sözyitimi ”, çoktan teşhisi konmuş olan ve bilinçli olarak pek fazla bilinmese de, günlük yaşamımızı derinden etkileyen bir toplumsal hastalık. Bu konu ile ilgili bilim çevreleri tarafından “lisan beyni nasıl etkiliyor?” sorusunun yanıtı araştırılıyor.

Afazi( Konuşamama, Sözyitimi), insan beynini diğer canlılardan büyük oranda ayıran en önemli özelliklerden birisi olan “lisan” özelliğinin bozulması durumu.

Beyin kabuğunda bulunan, adına “lisan” dediğimiz bu karmaşık mekanizmayı yürüten bir takım merkezler olduğunu belirten Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Fizyoloji Anabilim Dalı öğretim üyesi Doç. Dr. Sinan Canan konu hakkında Sağlık Dergisi’ne şunları söyledi: “ Bu merkezler, görme ve işitme duyuları başta olmak üzere, duyusal yollardan algılanan verilerden yola çıkarak, kelimeleri algılama, anlamlarını kavrama, uygun anlamlı kelime dizileri üretme ve bunları konuşarak ifade etme şeklinde özetlenebilecek bir takım karmaşık süreçleri yönetir. Tam mekanizması halen açıklığa kavuşturulamamış bu karmaşık süreçler sayesinde, “konuşma” ve “anlama” dediğimiz işlemler gerçekleştirilir. Eğer bu beyin bölgelerinden bir ya da bir kaç tanesi yaralanma, damar tıkanması, beyin kanaması gibi çeşitli nedenlerle hasara uğrarsa, hasar gören bölgenin işlevine göre özel bir sözyitimi tablosu ortaya çıkar. Bu konu, tıbbi pratikte oldukça önemli olup, birçok farklı hastalık tipini içerir.

Celbedilmiş Toplumsal Sözyitimi ise, organik bir rahatsızlığa, yaralanmaya, hasara bağlı olmayan; organik açıdan tamamen sağlıklı beyinlerde de görülebilen ve nispeten yeni tanımlanmaya başlanan bir sözyitimi tipi. Bu tanım aslında sevgili Alev Alatlı hocaya aittir. Bu toplumsal “hastalık” günümüzde yaşadığımız bir çok kavramsal sorunun da temelini oluşturuyor.

Çince ve İngilizce konuşan insanların anadillerini dinlerken beyinlerindeki faaliyetleri gösteren fotoğraflar. Görüldüğü gibi, Çince konuşanlar dillerini anlamak için İngilizce konuşanlara göre daha büyük bir beyin alanı kullanıyorlar ve dolayısıyla iki lisanın birbirlerinden sadece yapı açısından değil, beyinde değerlendirme açısından önemli farkları olduğu ortaya çıkıyor. Bu fotoğraflardaki farklılıklar, farklı lisanlar konuşanların beynindeki işlevsel bağlantıların da farklı olduğunun bir işareti aslında…

“Anlamlarını Bilmediğimiz Kelimelerle Konuşuyoruz”

“Bilgi toplumu” olma yolunda hiç bir ciddi politika üretilemedi. Bir de buna, sürekli “asli hedef” gibi takdim edilen “yabancı lisanla eğitim” ve batı karşısındaki geri kalmışlık komplekslerini de ekleyelim. Nedenler muhtelif; fakat neticede, insanların birbirleriyle iletişimde kullandıkları en önemli araç olan lisanın temel elementleri olan kelimeler, anlamlarını yitirmeye başladılar. Anlamlarını bilmediğimiz kelimelerle konuşuyor, karşımızdakinin söylediğini ancak kendi tanımlarımızla anlayabiliyoruz.

“Sonraki Nesiller, Sadece Kendilerine Dikte Edilene İnanacak”

Celbedilmiş Toplumsal Sözyitimi ve bundan kaynaklanan sorunlar, beynimizdeki anlamlandırma mekanizmasında ciddi bir bozulmaya işaret ediyor. Beyninizde herhangi bir terimin net bir tanımı bulunmuyorsa; veya sizin tanımınız, diğer beyinlerdekilerden ciddi farklılıklar gösteriyorsa, bu durumda afazi mağduru olmanız işten bile değil. Bu durumda sonraki nesiller, sadece kendilerine dikte edilene inanacakları, kendi düşüncelerini üretemeyecekleri ve hür düşünce diye bir kavramın artık anlaşılmaz bir “lüks” olacağı bir ortamda yetişmeye mahkum olabilirler. Zira lisanımız, dünyayı anlamlandırmakta kullandığımız en önemli araçtır ve kelimeler anlamını yitirdiğinde, yavaş yavaş her şeyin anlamı da silinmeye ve belirsizleşmeye başlayacaktır.


“İletişimin Anayasası” Hazırlanmalı

En önemli kalkan, belli ki bilgilenmektir. Ayrıntılı ve dinamik bir kavramlar sözlüğü hazırlanabilir. Böyle bir başvuru omurgası ise, bir nevi “iletişimin anayasası” gibi kullanılarak, ihtilafların ve afazinin önüne büyük oranda geçilebilir. Her konuda fikir beyan etmenin “ayıp” olduğunun sıklıkla hatırlanması ve bunun eğitiminin programlı bir şekilde yeni nesillere verilmesidir. Konuşan, konuştuğu konudaki konu ve konuyla ilgili birikimi hakkında bilgi sahibi olmalı, yani, kendinin farkında olmalıdır

“Lisan, Sol-Ön Tarafındaki Özel Bölgelerle Kontrol Edilir “

Dil, yahut lisan, bildiğimiz anlamıyla sadece insanoğluna has, çok özel bir iletişim biçimidir. Bilinen evrendeki en karmaşık biyolojik organizasyon olan beynimizde çok önemli miktarda bir alan, bu lisan işlevine ayrılmış durumdadır. Birçok insanda, özellikle beynin sol-ön tarafındaki özel bölgelerle kontrol edilen dil işlevi, insana has zihinsel özelliklerin belki de en önemlisi olarak nitelenebilir.



“Öğrenilen Lisana Göre Beyin Bölgeleri Şekillenir”

Bebekler beyinleri, etraflarında duydukları sesleri sınıflandırarak, ileriki yıllardaki konuşma yetenekleri için gerekli değişikliklerin oluşması ile meşguldür. Bu sayededir ki, 1 yaşını takip eden dönemlerde anlamlı sesler çıkarılmaya başlanır. İki yaşından sonra ise artık basit kelimelerle cümleler kurabilecek bir yetkinliğe erişir insanoğlu. Bunun ardından ise daha karmaşık cümleler gelir. İşte bu dönemler, çocukların adeta “boyundan büyük laflar ettiği” dönemler olarak bilinir. Tüm bunlar olurken, sadece bebeğin davranışları değildir değişen; bebeğin beyni de yapısal olarak büyük bir değişim gösterir. Öğrendiği lisana göre şekillenen lisan bölgelerinin yanı sıra, etrafındaki dünyayı algılama, değerlendirme, yorumlama gibi özellikleri de öğrendiği dille paralel olarak gelişmeye başlar.

Günümüzde insanların neden birbirlerini anlayamadığını; basit kavramların etrafında nasıl bu kadar kavgalar çıkarılabildiğini ve edebiyatta-sanatta ve diğer kültürel özelliklerde neden gittikçe köreldiğimizi anlamak istiyorsak, lisanın zihindeki yerini yeni veriler ışığında derinlemesine düşünmeliyiz. Ayrıca, dilimiz üzerinde oynanan oyunların ne kadar yıkıcı sonuçlar doğurabileceğini de yine bu bağlamda değerlendirme zamanı çoktan geldi. Bu mesele hayatî mertebede önemlidir, zira, lisanımız yoksa biz de yokuz”

TIBBIN DUAYENLERİ: SEMİH BASKAN

Hekimlik alanında yaptığı başarılı çalışmalarında 40. yılını dolduran, öğrencilerinin başarısını daima kendinden üstün tutan, genel cerrahi alanında ilk alt dalları oluşturan, pek çok uzmanlık derneğinin kurucusu ve başkanı olan Ankara Üniversitesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Semih Baskan, cerrah olmanın dışında entelektüel kişiliği, eğitime verdiği önemi ve hayatını Sağlık Dergisi Yazı İşleri Müdürü Esra Öz’e anlattı.

Türk Genel Cerrahi Derneği’nin önceki başkanı, Meme Hastalıkları Dernekleri Federasyonu’nun kurucusu ve ilk başkanı olan Prof. Dr. Semih Baskan, yaptığı çalışmalarla asistanlarının kendisini geçmesini hedefliyor. Farklı koleksiyonları, hastalarına verdiği önemi tıp camiasındaki farklı çizgisini Sağlık Dergisi’ne anlatan Prof. Dr. Baskan şunları anlattı: “1947 yılının 29 Nisan’ında Ankara’da dünyaya geldim. Annem ev hanımı idi. Babam ise EGO (Elektrik-Gaz-Otobüs) işletmesinde Teftiş Kurulu’nda 39 yıl 9 ay çalışan şefti. Kardeşim Melih ise Bankacı olup, Vakıflar Bankası’nda Teftiş Kurulu Başkanlığı’na kadar yükseldi, sonra emekli oldu. Onun gibi bir kardeşim olduğu için kendimi hep şanslı hissettim. 1953 yılında Necatibey caddesinde bulunan Sarar İlkokulu’nda okudum. Şimdi halen Ankara Üniversitesi Rektörü olan sevgili arkadaşım Cemal Taluğ ile 5 yıl birlikte aynı sıralarda oturduk. Sonrasında Namık Kemal Ortaokulu’nda okurken kütüphaneye gitme, kitapları karıştırma, hikâye ve roman okuma zevklerini hep buradaki güzel ve anlamlı kütüphanemizde tattım. Okulumuzun arkasındaki sahada Türkiye’de ilk kez ışıklandırılan sahada gece basketbol maçları oynuyorduk.

Okul Spor Sahasının Bugün Otopark Olması İçimi Çok Sızlatıyor
1961 yılında Ankara’nın en köklü liselerinden biri olan Atatürk Lisesi’ne girdim ve 3 yıl bu okulda okudum. Sınıf arkadaşım Taner Katırcıoğlu’nun kaptanlığını yaptığı okul voleybol takımımızın Saint Joseph Lisesi’ni 3–2 yenerek Türkiye Şampiyonu olma zevkini hep birlikte tattık. Bizlerin top oynağımız okul spor sahasının bugün otopark olması içimi çok sızlatıyor. Çocukların top oynayacak, stres atacak hiçbir yeri yok. Liselerin olmadığı gibi üniversitelerinde sportif alanlarının olmadığını üzülerek belirtmeliyim. Lise hayatımda futbolda kalecilik yapardım.
Aynı dönemde okulda okuduğumuz arkadaşlarımız arasında Prof. Dr. İlber Ortaylı, Tiyatro Sanatçısı olan Kenan Işık ve Sevgili Rektörümüz Prof. Dr. Cemal Taluğ’u sayabilirim.
Bu tarihi lisede çok iyi bir eğitim aldık. Hocalarımız son derece kaliteli kişilerdi. Bugün bu değerli insanları kimse alınmasın üniversite öğretim üyeleri ile kıyaslayamam bile. Coğrafya hocamız rahmetli Orhan Dengiz daha sonra Milli Eğitim Bakanlığı görevini başarı ile gerçekleştirdi.

Öğrencilik Yıllarımda Derslerin Yanı Sıra Dernekler Faaliyetlerini Yapardım
1964 yılında Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne kaydoldum. İlk sınıf olan F.K.B. (Fizik-Kimya-Botanik)’yi Ankara Fen Fakültesi’nin ihtişamlı binalarında ve amfilerinde diğer fakültelerdeki arkadaşlarımla birlikte okuduk. Çok güzel çiçeklerle donanmış bahçelerinde koyu sohbetler yapardık. Üniversiteye başladığım ilk günden itibaren öğrenci derneklerinde görevler aldım ve çok güzel işler yaptık. Benim bu tür faaliyetlerin içine girmeme vesile olan kişi bugün TÜBA’nın Başkanlığı görevini yürüten sevgili ağabeyim Prof. Dr. Yücel Kanpolat’tır. Öğrencilere yemek çıkarttık, teksirler hazırladık, Çetin Altan, İlhami Sosyal, Şevket Süreyya Aydemir gibi ünlü yazarlara konferanslar verdirdik, 14 Mart Dergisi’ni çıkarttık, 14 Mart Baloları’nı düzenledik, Mezuniyet Törenleri’ni organize ettik, o günlerde çok popüler olan Ankara Sanat Tiyatrosu’nda toplu matineler gibi faaliyetler yaptık. Bu çalışmaların sonraki yıllarda insani ilişkilerin kurulmasında çok faydalarını gördüm.

3. Sınıftan İtibaren Yaz Aylarını Ve Kış Sömestrlerinde Cerrahi Kliniğinde Çalıştım
1967 yılında hizmete açılan Morfoloji binasında ilk eğitim alan öğrenciler bizler olduk. 1968 öğrenci olaylarını da gene bu binamızda çok canlı olarak yaşadık. Mezuniyetimde yine orada oldu. İlk sınıflardan itibaren idealim genel cerrah olmaktı, dolayısıyla 3. sınıftan itibaren yaz aylarını ve kış sömestrlerindeki tatillerimin hepsinde cerrahi kliniğinde çalıştım. 1971 yılında mezun olduğumda diğer arkadaşlarımla kendimi kıyasladığımda daha farklı yetişmiş olduğumu hissettim. Birinci cerrahi kliniğine asistan olarak girdim ve 1976 yılında uzman oldum.

Türkiye’nin en büyük cerrahi kliniklerinden birinde bugün hepsini rahmetle ve şükranla andığım Prof. Dr. Hilmi Akın, Prof. Dr. Orhan Bumin, Prof. Dr. Mecit Doğru, Prof. Dr. Naci Ayral, Prof. Dr. İsmail Kayabalı, Prof. Dr. Demir Uğur, Prof. Dr. Ercüment Gürel, Prof. Dr. Muhittin Ülker, Prof. Dr. Ahmet Yaycıoğlu, Parof. Dr. Şadan Eraslan, Prof. Dr. Ferruh Uzer ve Prof. Dr. Abdülmuttalip Ünal hocalarımdan büyük tecrübeler ve bilgiler edindim.

Okula da Gittim Konsere de
Okul hayatımda hep zamanında dersimi yapar boş zamanlarımda da sosyal faaliyetlere vakit ayıran bir öğrenciydim. Öğrenci tabiriyle kitapların içine yığılan veya kafayı sokan bir kişi hiçbir zaman olmadım. Derse gitmeyeyim gibi bir düşüncem olmadı. Dersin derste öğrenildiğine inanırım. Hiçbir zaman 10’luk bir öğrenci olmadım ama hiçbir zamanda başarısız da olmadım.. Sinemaya da, tiyatroya da gittim. Öğrencilik yıllarımızda pek çok sanatsal aktiviteyi gerçekleştiren Kızılay’daki Büyük Sinema’da Marc Aryan, Peppino Di Capri, Los Machucambos, Dalida, Enrico Macias gibi dünyaca ünlü sanatçıların konserlerine gittim.

Farma Gezilerini Başlattım
18 yaşımda Ankara Tıp Fakültesi öğrenci faaliyetlerinde çalışırken İstanbul’a gittim, o zaman ki koşullarda 10-12 ilaç firması ile görüştüm. Kendi başıma, tıbbiye 2. sınıf öğrencisi olarak, “arkadaşlarımla fabrikanızı ziyaret etmek istiyoruz” dedim. Turlar organize ettim. Boğaziçi ekspresiyle İstanbul’a giderek fabrikaları ziyarete ettik. Bunlar daha sonra “Farma gezisi” olarak anıldı. Öğrencilerle ilaç sektörü arasındaki bağlantının kurulmasını sağladım. Bunlar için insanın öncelikle bir özgüveni olması lazım. Ayrıca, kırsal bölgelere gidip ilaç dağıttık, kimisini muayene ettik ve daha komplike olanları fakülteye çağırdık. Buralarda tedavilerini üstlendik.
Öğrencilik Notlarım Yıllar Sonra Hediye Edildi
2 yıl önce Kahramanmaraş’ta göz hekimi arkadaşım Mehmet Aksakal bir hediye getirdiğini söyledi. Baktım benim 2. ve 3. sınıftaki ders notlarımı saklamış ve getirmiş. O günkü Türkiye ile bugünkü arasındaki ekonomik farklılığı görmeniz açısından son derece önemli bir örnektir bu notlar. Teksir kâğıdının arkasına not tutmuşuz, bugün ise geri dönüşümlü kağıtlar konusunda özen göstermeyen bir toplum olduk.

Eşimle Türk Filmlerindeki gibi Tanıştık
1971 yılında asistanlığa başladıktan kısa bir süre sonra hastaneye yatan ve apendektomi ameliyatı geçiren bir genç bayan aynı Türk filmlerinde olduğu gibi daha sonra benim hayat arkadaşım oldu. Sevgili eşim Gülsün’le 1974 yılında evlendik.

Eşim Doğumdayken Bende Tez Sunumu Yaptım
1976 yılında iki mutluluğu bir arada yaşadım.. Eşimi doğum için kadın doğum kliniğine yatırdığımda o doğum sancıları çekerken ben de tezimin görüşülmesinde genel cerrahi kliniğinin jürinin kapısında karın ağrıları çekiyordum. 1976 yılında biricik sevgili kızım Başak dünyaya geldi.
Türkiye’de kısa dönem askerliği ilk defa biz Ankara’da Zırhlı Birlikler Okulu’nda yaptık. 27 yaşındaydım askere gittiğim zaman ama 45 yaşındaki profesör ve doçent ağabeylerin yanında kendimi çocuk gibi hissediyordum. Uzman olduğum 1976 yılından itibaren Ankara Tıp Genel Cerrahi Kliniği’nde baş asistan olarak göreve başladım. 12 Eylül öncesi dönemin en acımasız olaylarını bir hekim olarak çok yakından yaşadım.
1982 yılında İstanbul’da Ord. Prof. Dr. Tevfik Sağlam’ın isminin verildiği muhteşem amfide “Akut Pankreatit” konulu dersle Doçent ünvanını aldım.

Erciyes Üniversitesi’nde Dekanlık
1985 yılında Ankara Tıp Fakültesi’ne Dekan Yardımcısı olarak atandım. 1989 yılında ise hayatımda önemli bir değişiklik oldu ve Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı görevine atandım. Kayseri’de görev yaptığım süre içerisinde çok güzel dostluklar ve arkadaşlıklar edindim. Yeni kurulan bir Fakülte’de ve genç bir öğretim üyesi ekibiyle son derece kısıtlı olanaklara rağmen neler yapılabileceğinin güzel örneklerini ortaya koyduk. 1991 yılının Eylül ayında yaklaşık 2 yıl 9 ay görev yaptığım Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden ayrılıp Ankara’ya dönerken bu süre içerisinde birlikte çalıştığım personel arkadaşlarımdan ayrılmam hiç kolay olmadı.


Öğrencilikten Dekanlığa Uzanan Bir Merdiven
1991 yılı Eylül’ünde ise bu kez Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı’na atandım. 1991-1996 yılları arasında Dekanlık görevimi sürdürdüm. Benim için çok onur verici bir görevdi. Öğrenci olarak girdiğim bir fakültede aşama aşama ilerleyip Dekanlık makamına kadar yükselmek çok anlamlı idi. Bu göreve başladığımda ortaya attığım “Türkiye Cumhuriyeti’nin İlk Tıp Fakültesi” sloganı çok tuttu. Aradan 20 yıl geçmiş olmasına rağmen halen bu sloganın pek çok yerde ifade edilmesi bana inanılmaz bir haz veriyor. Beni birinci sınıftan tanıyan hocalarıma yöneticilik yapmak hem çok zor hem de çok onurlu bir görevdi. 1995 yılında Ankara Tıp Fakültesi’nin 50. Kuruluş Etkinliklerini düzenlemek hayatımın en anlamlı anılarından biri olarak halen dün gibi tazeliğini korumaktadır.1996’dan itibaren Genel Cerrahi Anabilim Dalı’nda öğretim üyesi olarak görevimi sürdürdüm. 26 Kasım 2009’da Genel Cerrahi Anabilim Dalı Başkanı seçildim. Bu tarihten itibarende bu onurlu görevi sürdürmeye gayret ediyorum.

Türkiye’de İlk Genel Cerrahi Alt Disiplinlerini Kurduk
1991 yılında Ankara Tıp Fakültesi’nde Genel Cerrahi bünyesinde Türkiye’de ilk olarak alt disiplinleri arkadaşlarımla birlikte kurduk. Üst gastro intestinal yani sindirim sistemi, alt gastrointestinal veya kolo rektal sistem, hepatobiliyar yani safra yolları, endokrin, meme, transplantasyon ve vasküler cerrahi ünitelerini kurduk. 20 yıldır bu üniteler başarıyla işliyor. Burada yetişen arkadaşlarımız yalnızca bu konularla uğraştıkları için kendilerinin elde ettiği birikimler ve deneyimlerle sadece Türkiye’de değil yurt dışında da saygın birer bilim insanı olarak değişik yerlerde hem kliniğimizin hem fakültemizin adını başarıyla duyuruyorlar. Bu da benim için gurur kaynağı oluyor. Bu model Türkiye’de bizden başka pek çok yerde denenmek istendi ama başarılı olamadı. Çünkü bu uygulama tabandan gelen bir modeldi. Tepeden zorlamacı bir model olmadığı için oturdu. Bir başka değişle sık kullandığım bir tabirle temeli sağlam olduğu için 20 yıldır bu başarı sürüp gidiyor. Bunu da bütün meslektaşlarım imrenerek ve takdirle ifade ediyorlar.

İnsanlar Kendilerini Bıktırmadan Yerlerini Genç İnsanlara Bırakmalı
18 yaşından beri derneklerin içerisindeydim, öğrencilik hayatımda öğrencilik yıllarında Sosyal Demokrasi Derneği’nin Ankara Tıp şubesini bir grup arkadaşımla birlikte kurduk. Türkiye’de dernekçilik özellikle 70’li yıllarda çok zordu. Fakat biz 1970’li yılların sonunda önce Ankara Cerrahi Derneği’ni kurduk, sonrada 1982 yılında Türk Genel Cerrahi Derneği’ni kurduk. Bu iki saygın dernekte üyelikten başkanlığa varan görevleri yürüttüm. Türk Cerrahi Derneği’nin 2006-2008 yılları arasında Başkanlığını yaptım. 2 bin 650 kişilik bir kongreyle bu görevimi tamamladım düşüncesindeyim. 2010 yılında da görevimi sonlandırdım. İnsanların kendilerini bıktırmadan yerlerini genç insanlara bırakması düşüncesinde olduğum içinde bu kararın ne kadar doğru olduğunu düşünüyorum. Hiç kimsenin alternatifsiz olmadığını dolayısıyla arkamızda bıraktığımız boşluğun bir şekilde dolacağına inanıyorum.

Meme Cerrahi Derneğinden Federasyona
1999 yılında Ankara Cerrahi Derneği’nin bünyesinde 6 tane çalışma grubu oluşturdum. Bunların içerisinde sadece Meme Çalışma Grubu ayakta kalabildi. Daha sonra bu Ankara Meme Hastalıkları Derneği oldu ve kurucu başkanlığını üstlendim. Bu dernek başka bir ilke daha imza attı ve 2007 yılında Türkiye’deki bütün meme hastalıkları derneklerini bir federasyon çatısı altında topladı. Federasyonun kurucu başkanlığını yaptım ve şimdi de yine o görevi benden sonraki genç arkadaşlara bırakmanın mutluluğunu yaşıyorum.

Bugün 64 Yaşındayım ama Kendimi 44 Yaşında Hissediyorum
Devlet’in vermiş olduğu değişik görevleri de üstlenip sonuna kadar bunları tamamlamaya hep özen gösterdim. 7., 8. ve 9. V Yıllık Kalkınma Planları’nda yaklaşık 200 kişinin oluşturduğu Sağlık Komisyonları’nın Başkanlığı’nı üstlendim.7. plandan itibaren toplumumuzun yaşlandığına ve yaşlılığa önem verilmesini vurguladım. Türkiye’de de yaşlı nüfus artmaya başladı. Bunlarla ilgili bir takım sosyal sorunlar gündeme gelmeye başladı. Bu insanların barınacakları ve yaşantılarını sürdürebilecekleri aynı zamanda tedavilerini sağlayacak bakım merkezlerinin kurulmalarına ihtiyaç vardır. Bu tip yerlerin daha rasyonel daha efektif kullanılacağı sosyal bir projenin içerisinde yer almayı hep düşündüm. Bir gün hepimiz yaşlanacağız, bugün 64 yaşındayım ama kendimi 44 yaşında hissediyorum. Ben de yaşlandığımda başkalarına muhtaç olmadan yaşayabilmeliyim. Bu tip projelerin de Türkiye içinde artık gereksinimi olduğuna inanan biriyim.
Meslek örgütümüzde de çok önemli bir görevi üstlendim. 1994 yılında Türkiye’deki tıp alanındaki tüm uzmanlık derneklerini bir çatı altında toplamak amacıyla Türk Tabipleri Uzmanlık Dernekleri Koordinasyon Kurulu2nun Kurucu Başkanı oldu. Bu onurlu görevi 9 yıl sürdürdüm. Küskün kardeşleri bir araya getirdik ve uzlaşmayı gerçekleştirdik. Avrupa’daki meslektaşlarımız ile ilişkilerimizi arttırdık.

Bir Hafta Nöbet Tutardık
Dünyanın sayılı hekimlerinin yanında eğitim aldım. Başta kliniğimizin kurucularından rahmetli Hilmi Akın hocamız olmak üzere, Türk Cerrahi Derneğinin Kurucu Başkanı Prof. Dr. Ahmet Yağcıoğlu hocalarımız ile birlikte çok iyi bir uzman olarak yetiştiğim inancındayım. Baş asistanlık dönemim benim için acılarla doludur. 12 Eylül öncesinin o kanlı acılı dönemini baş asistan olarak yaşadım. Pek çok genci ameliyat ederken kimini kurtardık kimini ameliyat masasında kaybettik. 1981 yılında ilk Ulusal Cerrahi Kongresinin konularına baktığınız zaman adeta bir harp cerrahisinin konuları tartışılıyordu. Asistanlık döneminde 7 gün nöbet tutuyorduk. Cumartesi nöbet başlardı ertesi hafta cumartesi öğlen çıkılırdı. Dolayısıyla bizden öncekilerin 15 gün bazısının ise 1 ay nöbet tuttuğunu görünce sesimizi çıkarmazdık. Bugün bir gün nöbet tutup ertesi gün ayakta duramayan gençleri görünce zamanında çok işler yapmışız diyorum.

Asistanım Beni Geçecek
1976 yılında uzman olduğumdan bu yana tıp eğitiminin içerisindeyim. Hem Genel Cerrahi Anabilim Dalı Başkanı olarak hem de Tıp Eğitimi Anabilim Başkan Vekili olarak tıp eğitimi görevimi sürdürüyorum. Mezuniyet öncesi ve sonrasında, özellikle mesleki yaşantısı boyunca uzman olduktan sonra kendini yetiştirmesi için çaba harcayan insanların yanında sürekli mesleki gelişimde yer alan biriyim. Kendime bir hedef belirledim. “Asistanım beni geçecek” dedim bunu başardım da. Bugün Anadolu’nun dört bir yanında Rektör, Dekan, Profesör, Doçent, Uzman olarak görev yapan öğrencileri görünce, onların başarılarını duyunca ne kadar doğru işler yaptığımı düşünüyorum.


Kitaplarıma Asistanlarımla Ortak İmza Attım
Kitaplarımın çoğunluğu tıp eğitimi ile ilgili konular. Gençlere hep bu konuda destek oldum. Birlikte çalışma yaptığım asistanlarımın ismiyle birlikte kitap çıkarttım. Kusura bakmasınlar bir öz eleştiri yapmak zorundayız. Çoğu hocamız sadece kendi ismini yazarken hiçbir zaman ben böyle bir talepte bulunmadım. Asistanlarım hep bu çalışmalarda benimle birlikte yer aldılar. Ayrıca Türk Cerrahi Derneğinin tarihçesi ve kongrelerini iki ayrı kitap haline getirmek beni çok mutlu etmiştir.

Yılbaşı Hediyem Ölecek Hastamın Kurtulması Oldu
Yılbaşı geceleri daima kıdemsizler nöbete kalır. 1971 yılının 31 Aralık günü ilk yılbaşı nöbetine kaldım. 23:30’da Konya Kulu’dan 9 yaşında bir kız çocuğunu getirdiler, adı Kadife idi. Peritonit olmuştu, yani apandisiti patlamıştı. Yaşama şansı kısıtlıydı, biz Kadife’nin ameliyatına gece 12’ye doğru girdik. Ameliyat bittiğinde gün ağarmıştı. Kadife bir hafta sonra taburcu oldu. Bize yılbaşı hediyesi oldu. Bu cerrahinin en güzel tarafıdır. İşimi zevk duyarak yapıyorum. Bugün mesleğimde 40. yılımı doldurdum. Bu 40 yıl boyunca hekimlik mesleğini zevkle ve gururla yaptım. Ama 41 yıl aynı duyguları yaşayacağım konusunda şüphelerim var. Endişelerim var.

İnsanlara Dürüst Olurum, Düşüncelerimi Yüzlerine Söylerim
Çalışmalarım mükemmel olmasa da mükemmele yakın olmalıdır. Yalan yanlış iş yapılmam. Verilen bir görevi layıkıyla yerine getiririm. .Herkese kapım açıktır, bildiğimi paylaşırım. Bunları paylaştığım zaman mutlu olurum. İnsanlara karşı daima dürüst olurum, yanlışları var ise onlara bunu açık yüreklilikle yüzlerine söylerim. Arkadan konuşma huyum asla yoktur.

Yurt ve Vatan Sevgimi Hocalarıma Borçluyum
Beni yetiştiren tüm hocalarıma ilkokul hocamdan üniversiteye kadar hepsinden güzel örnekler aldım. Bana yurt ve insan sevgisini aşıladılar. Mesela odamdan çıkarken mutlaka ışığı söndürürüm. Akan bir su beni rahatsız eder. İnsana insanca değer vermeyi o hocalarımdan öğrendim. Okuma aşkını, daima araştırmayı, bunları çevresi ile paylaşmayı bana büyük insanlar aşıladılar.

Hastalarla İyi Diyalog Kurarım ve Onlarla Aile gibi Olurum
Meslek hayatım boyunca hastalarıma hep insanca değer vermeye özen gösterdim. Hekim olarak çok farklı sosyo-ekonomik yapıdaki insanlarla karşı karşıya geliyoruz. Özellikle iletişim çağında tıp jargonu kullanmadan onların anladığı dilden bir şeyler ifade ettiğiniz takdirde hasta sizinle diyalog kurabiliyor. Yurt dışında yapılan çalışmalar 18 saniye sonra hekimin hastasının sözünü kestiği gerçeğini ortaya koyuyor. Dolayısıyla biz biraz dinlemeyi bileceğiz. Hastanın anlattıklarını not alacağız. Bir zaman sonra hastalarımla aile gibi olurum. Dostluklar yıllar boyu süregelir.
Her zaman gülerim, karşınızdaki hasta asık suratlı biriyle karşılaşmak istemez. Evde eşinizle kavga etseniz de bunu hastaya yansıtmayacaksınız. En son 1986 yılında babamı erken kaybettiğimde ağladım. Kolay kolay ağlayan biri değilim. Pişmanlıklarım yerine bugünkü durumdan memnunum olmayı yeğlerim.


Genç Hekimler İşini Sevmeli ve İdealini Belirlemeli
Genç hekimler önce insanı sevecek, onlara değer verecek. Bu mesleğe para kazanmak için girmeyecek. Bu mesleği köşkler, villalar, yatlar alabileceğim diye girmeyecek. Bu özveri mesleğidir. Hayatı iyi planlamak için insanın bir hedefi olması lazım. İdealinizi asistanlık döneminde ortaya koyabilmeniz lazım. Akademisyenlik için iyi bir yabancı dil bilmeniz gerekir. Başkalarından bir şey beklemeyeceksiniz, siz kendiniz yapacaksınız. Bana yapılmamış destekleri ben asistanlarıma yaptım, onları hep teşvik ettim.


Türk İnsanı Arabasına Gösterdiği Özeninin 10’da Birini Kendisine Göstermesi Gerekir
1996 yılında Kuzey Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, kalp krizi geçirdi ve fakültemize geldi. O zaman dekandım. Kendisini her gün odasında ziyaret ediyordum, “Sayın Cumhurbaşkanı Türk insanı arabasına gösterdiği özeninin 10’da 1’ini kendisine göstermesi gerekir” dedim. Ertesi gün yaptığı basın toplantısında bana baktı ve“kendimize arabasına gösterdiğimiz özeninin 10’da 1’ini göstereceğiz. Dün bir dostumdan aldığım özdeyişle konuşmama başlamak istedim” dedi.

Akademisyen Anne ve Babanın Akademisyen Kızı
Eşim, Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesinde Profesör olarak görev yapıyor, Kızım ise ODTÜ’de doktorasını tamamlayıp, Kocaeli Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatında öğretim görevlisi olarak çalışıyor. Aile hayatına ailenin güçlü temeller üzerine oturtulmasına inanan biriyim. Dolayısıyla da denge karşılıklı sevgi ve saygıyla kurulur. Bugüne kadar bunu sürdürdüğüm inancındayım. Eşlerin anne babalarını fazla işlere karıştırılmamasını önerim. Eşimin ailesine kendi ailem gibi saygı gösteririm.
Hafta sonları da çalışırım, kendimi işkolik olarak düşünüyorum. Eve iş götürürüm. Araba kullanmadığım için çoğu yere yürüyerek gidiyorum. Günde 10 bin adımın ötesine geçtiğimi adım ölçerimle hesaplıyorum.


Kalem, Kitap ve Müzik Kolleksiyonum Var
Zengin bir kalem koleksiyonum var, bir sergi açarsam çok kişinin ziyaret edeceğinden eminim. İş hayatında günlük stresi önlemek için oluşturduğum geniş bir müzik arşivim var. Türk Sanat Müziğinden klasik batı müziğine kadar geniş bir yelpaze ile ruhumu dinlendiriyorum. Odamda sabahtan akşama kadar devamlı müzik çalar. Kitapları çok severim. Doktorlar çok yönlü olmalılar. Akşam bir yere gittiğinizde insanlar size sadece şikayetlerini anlatmamalılar. Sizin entelektüel yapınızı da görmeliler. Tıp tarihi alanında yapılan araştırmaları inceliyorum. Yakın zamanda okuduğum Zülfü Livaneli’nin Serenad kitabını tavsiye ederim.”