31 Mart 2011 Perşembe

“YAPILAMAZ DENEN BEYİN AMELİYATLARI UYANIK KRANİYOTOMİ İLE AŞILIYOR”

Uyanık kraniyotomi yönteminin öncülerinden olan Türk Anesteziyoloji ve Reanimasyon Derneği Genel Sekreteri Prof. Dr. Hülya Bilgin, Derneğin “Zor Havayolu Yönetimi” komitesinin de kurucusu. Prof. Dr. Bilgin, “uyanık kraniyotomi” ile standart yöntemlerle yapılamaz gibi görülen beyin ameliyatlarının çok düşük komplikasyon riskleri ile yapılabildiğini belirtti.

Beyin cerrahi girişimlerinin giderek gelişmesi ve yeni anestezik ilaçların bulunması ile beyin ameliyatları uyanık durumda da yapılmaya başlandı. Ameliyat öncesi uygulanan sedasyon, analjezik ya da anestezik ilaçların doz ayarlaması ile uyanık kraniyotomi (uyanık beyin ameliyatı) yapılabiliyor. Uyanık kraniyotomi işlemi uygulanırken çok büyük dikkatle doz ayarlaması yapılarak dar bir doz aralığında kullanılan ilaçlar ve ameliyatın hassasiyeti nedeniyle hastayı birebir deneyimli bir anestezistin takip etmesi gerektiğini belirten Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Hülya Bilgin, “Uyanık kraniyotomi sırasında hastanın hiçbir şekilde ağrı duymaması ve rahat etmesi için ne gerekiyorsa yapılır Bu işlem öncesinde yapılacak olan tüm uygulamaları hastaya detaylı olarak anlatmak çok önem taşıyor. Hasta ameliyathaneye alındığı zaman ameliyat öncesi sedasyon yapılarak hastanın rahatlaması sağlanır ve uygun monitorizasyon yapılır. Daha sonra cerrahi girişimin yapılacağı bölgeye lokal anestezikler yapılır, takiben de çok güçlü ve çok kısa etki süreli analjezikler damar yolu ile verilerek hasta, derinliği ayarlanabilen sedasyon ve anestezi düzeyine sokulur. Tümör dokusu çıkarılırken hasta konuşturularak ya da elini kolunu, bacağını hareket ettirmesi istenerek nörolojik muayenesi gerçekleştirilir” dedi.


“Parkinson Hastalarında ve Sık Nöbet Geçiren Bazı Hastalarda Uyanık Kraniyotomi Uygulanabilir”


Uyanık kraniyotominin daha çok hassas beyin alanları ya da bu bölgelere komşu alanlardaki lezyonların çıkarılmasında uygulandığını belirten Prof. Dr. Bilgin şunları kaydetti: “Mesela beyinde konuşma alanı, görme alanı ya da el-kol veya bacak hareketlerimizi sağlayan sinirlerin beyindeki başlangıç noktası olan motor alanları var. Uyanık beyin ameliyatı bu alanlardaki tümörlerin çıkarılması sırasında, fonksiyonel alanın sınırlarının gerçek zamanlı ve tam olarak belirlenmesine, dolayısı ile tümörün çıkarılabileceği güvenli sınırların saptanmasına olanak sağlar. Böylece tümör çıkarıldıktan sonra konuşamama, görme bozukluğu, körlük veya felç olma gibi riskler azaltılmaya çalışılır. Konuşma alanını içeren cerrahi girişimlerde ameliyat devam ederken sürekli nörolojik muayene yapılarak ve hasta konuşturularak tümör çıkarılır. Bunların yanı sıra Parkinson hastalığı ya da ilaçla tedaviye yanıt vermeyen hareket bozukluğu olan hastaların cerrahi tedavisinde ve sık nöbet geçiren bazı hastalardaki nöbet odağının çıkarılmasında da uyanık kraniyotomi uygulanabilir.”



“1999 Yılından Bu Yana 500’den Fazla Hastaya Uyguladık”


Uygulamada cerrahi bölüm ile anestezistlerin sıkı bir işbirliği yapması gerektiğine dikkat çeken Prof. Dr. Bilgin, “Uyanık kraniyotomide, ağrılı işlemlerde uygun sedasyon ve analjezi oluşturan ajanlar ile hastanın uzun süre hareketsiz kalması ve bu sırada konforlu olması sağlanmalı aynı zamanda konuşma ya da hareketleri kontrol edilirken hastanın şuur düzeyi de soruları cevaplayabilecek, kendisinden istenen hareketleri yapabilecek düzeyde olmalıdır. Ameliyatın başarısı işbirliği yapan, uyum içinde çalışan tecrübeli bir ekiple doğrudan ilişkilidir. Ülkemizde Uludağ Üniversitesi, Marmara Üniversitesi, Hacettepe Üniversitesi, Ege ve Ankara Üniversiteleri’nde ve Amerikan Hastanesi’nde uygulanıyor. Biz hastanemizde 1999 yılından bu yana 500’den fazla hastaya bu yöntemi yaptık ve başarıyla uygulamaya da devam ediyoruz” diye konuştu.


“İletişim Güçlüğü Çekenlere ve Kapalı Yer Fobisi Olanlara Bu Yöntemi Uygulamayın”


Prof. Dr. Bilgin, yöntem uygulanırken dikkat edilmesigereken konular hakkında şu bilgileri verdi: “Yöntem, uygun cerrahi endikasyon sonrası sadece şuuru açık, karşılıklı iletişim kurulabilen, beyin ödemi az, ameliyat sırasında kanama ve nöbet geçirme riski normal sınırlarda olan ve gerektiğinde soluk borusuna solunum tüpü takılabilecek hastalarda uygulanır. Girişimin detayları, hastaya ameliyat sırasında ne gibi testler uygulanacağı, uzun süre kımıldamadan aynı pozisyonda kalması gerekebileceği detayları ile anlatılmalıdır. Mesela, hastada iletişim güçlüğü, ağrıdan aşırı korkma varsa, uzun süre hareketsiz yatamayacaksa, kapalı yer fobisi varsa, aşırı kilolu ise bu yöntemi uygulamak çok doğru olmayacaktır. Uygulama sırasında hastalar uzun süre hareketsiz yatmaktan sıkılabilirler, rahatsız olabilirler ve tam cerrahi işlem sırasında habersiz hareket edebilirler. Hastanın bu ani hareketleri cerrahi ekibin çalışmasını zorlaştırabilir. Ameliyat sırasında aniden nöbet gelişebilir, bulantı-kusma olabilir, bazen hastalar ne yapılırsa yapılsın ağrı duyduğunu ifade edebilir ve genel anesteziye geçmek gerekebilir. Bazen soluk tutma gelişebilir bu nedenlerle hastaların solunumu çok yakından izlenmeli ve hızla hasta uyarılmalı ve gerekli tedavi yapılmalıdır. Cerrahi olarak da bazen beklenmeyen kanamalarla karşılaşılabilir.”


“Yapılamaz Gibi Görülen Beyin Ameliyatları Çok Düşük Komplikasyon Riskleri ile Yapılabilir”

En önemli avantajı standart yöntemlerle yapılamaz gibi görülen beyin ameliyatlarının çok düşük komplikasyon riskleri ile yapılabildiğini belirten Prof. Dr. Bilgin, “Beyindeki tümörün tam olarak çıkarılması hem tümörün tekrarlama şansını azaltır, hem de eğer tekrarlayacaksa tekrarlama süresini uzatır. Böylece kişinin ortalama yaşam süresini uzar. Ancak tümörün tam olarak çıkarılması için uğraşılırken, özellikle hasta tam olarak uyuyorsa yani genel anestezi altında ise bu fonksiyonel alanların tam sınırlarını belirlemek mümkün olmadığı için ameliyattan sonra hastada nörolojik defisitler (istenmeden ortaya çıkan felç gibi) durumlar gelişebilir. Oysaki uyanık kraniyotomi ile tümörün çıkarılması sırasında nörolojik monitorizasyon yapılarak konuşma, görme ve kısa hafıza alanlarının, el, kol ve bacak hareketlerini yaptıran liflerin beyindeki çıkış noktası olan motor korteksin tümör ile komşuluğu tam olarak belirlenebilir. Böylece güvenle çıkarılabilecek alanlar belirlenerek, olabildiğince çok tümör dokusu çıkarılırken hastada istenmeden oluşabilecek nörolojik hasarlar önlenmeye çalışılır. Önceleri hassas bölgelere çok yakın olan tümörler gelişebilecek nörolojik hasar riskleri nedeniyle ameliyat edilemezken, günümüzde bu yöntemle başarıyla tedavi edilebiliyor. Uyanık kraniyotomi, sırasında kullanılan ilaçlar genel anestezi için kullanılan ilaçlardan çok daha düşük dozda ve çok daha kısa etki sürelidir. Genellikle soluk borusuna solunum tüpü takmak da gerekmez. Böylece genel anestezi için kullanılan ilaçların yan etkileri ve soluk borusuna takılan tüpün oluşturduğu yan etkiler ortadan kalkar. Ayrıca yapılan çalışmalar sonucunda, hastaların ameliyat sonrası yoğun bakımda ve hastanedeki toplam yatış oranlarının düştüğünü gösteriyor. Her klinikte ve her hastada bu yöntemi uygulamak mümkün değildir. Her şeye rağmen hastalar bazen uyanık olmak deyiminden çok korkmakta ve tüm açıklamalara rağmen bu yöntemi kabul etmemektedirler. Oysa doğru hasta seçimi ve iyi bir ekip çalışması ile yapıldığı zaman uygulamanın her hangi bir yan etkisi yoktur” dedi.

30 Mart 2011 Çarşamba

TÜRK ANESTEZİYOLOJİ VE REANİMASYON DERNEĞİ


Ameliyat sonucunda istenmeyen bir yan etki veya komplikasyon durumunda basında kötü şekilde yer alan bir tıp dalı olmaktan kurtulmak istediklerini belirten Türk Anesteziyoloji ve Reanimasyon Derneği Başkanı Prof. Dr. Şükran Şahin, birçok başarılı operasyona imza atan anestezi uzmanlarının doğru anlatılmasını istediklerini kaydetti.


Esra Öz: Derneğiniz hakkında kısaca bilgi verir misiniz? Prof. Dr. Şükran Şahin: 1956 yılında kurulan Anesteziyoloji cemiyeti, 1972 yılında Anesteziyoloji ve Reanimasyon Derneği adını aldı.


Ne gibi faaliyetleriniz var? Derneğinize kimler üye olabiliyor?


Şu anki üye sayınız nedir? Anesteziyoloji ve Reanimasyon uzmanı hekimlerin, asistan ve araştırma görevlilerinin bilgi ve becerilerinin arttırılması için çalışmalar yapıyoruz. Türkiye’de uzmanlık eğitimi kalitesinin yükseltilmesi için faaliyetlerde bulunurken, üyelerimizin çalışma yaşamlarında karşılaştığı idari, yasal ve bilimsel anlamda çeşitli sorunlarda destek oluyoruz. Derneğimiz, ülke çapında sürekli tıp eğitimi kapsamında konferanslar, ulusal ve uluslararası kongreler, bölgesel ve genel sempozyumlar ve mezuniyet sonrası kurslar ve atölye çalışmaları düzenlemektedir. Türkiye’de Anesteziyoloji ve Reanimasyon uzmanlık eğitiminin kalitesinin yükseltilmesi ve standart bir zemine oturtulması için çalışmalar yürütüyoruz, bu alandaki bilimsel çalışma ve araştırmaları teşvik ediyoruz. Derneğimiz, ilerleme ve daha iyiye ulaşılmasını sağlama amacıyla gerektiğinde yarışmalar düzenleyerek, ödüller veriyor.


Bin 700’ün üzerinde üyemiz vardır. Üyelerimizin önemli bir kısmı cerrahi girişimler sırasında hastaların ağrı duymamaları yanında bu dönemi güvenle geçirebilmelerini sağlamak üzere anestezi uzmanı olarak çalışıyor. Yine önemli diğer bir kısım üyemiz; Anesteziyoloji ve Reanimasyonun çalışma alanına giren, Yoğun Bakımlarda yaşamını tehdit eden ileri derecede hastalığı olan hastaların bakımında ve Ağrı tedavisi (Algoloji) bilim dalında çalışmakta, geçirilemeyen ağrıların tedavisinde yoğunlaşıyor.


Derneğinizin yeterlik kurulu ve yeterlik sınavı var mı? Yapılan sınavlar hakkında bilgi verir misiniz?


Türk Anesteziyoloji ve Reanimasyon Derneği yeterlik kurulu (TARD-YEK), ulusal yeterlik belgelendirmesi eğitimin standardisazyonu, eğitim kurullarının teknik ve eğitsel alt yapılarının değerlendirilmesi çalışmalarını gerçekleştirmek amacıyla kuruldu. Bu görevi çerçevesinde TARD yönetim kuruluna bağlı olarak çalışan bir kuruluş. En önemli amacı TARD-YEK belgelendirilmesinin, öncelikle Avrupa Uzmanlık Dernekleri Yeterlik Kurulu (UEMS/EBA) ve Avrupa Anestezi Derneği’nin (ESA) hazırladığı Avrupa Anesteziyoloji ve Reanimasyon yeterlik belgelendirilmesine nitelik olarak paralellik göstermesini sağlamak ve daha sonra, eşdeğer olarak işlem görebilmesi için çalışmalar yapılıyor. TARD-YEK belgesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon uzmanı olan kişilerin profesyonel aktivitelerini hiçbir şekilde kısıtlamayan ancak özendirici bir ödül belgesi niteliğinde olan, herhangi bir şekilde yasal bir yeterlilik derecesine, imtiyaz nedenine veya bir lisansa karşılık gelmiyor. Ancak TARD-YEK sınavlarına girmek veya belgesine sahip olmak için başvuruda bulunmak gönüllü bir çabadır.


Branşınızı ve derneğinizi, dünya ile değerlendirdiğinizde nerede görüyorsunuz? Sizce neler yapılmalı?


Türkiye Anesteziyoloji ve Reanimasyon alanında diğer dünya ülkeleri ile karşılaştırıldığında teknik ve mesleki bilgi anlamında oldukça ileri düzey yer alıyor. Ancak nüfus sayısı göz önünde bulundurulduğunda hekim sayısının azlığı önemli ölçüde göze çarpıyor. Bu anlamda anestezi alanında çalışacak hekimlerin çalışma koşullarının iyileştirilerek yeni hekimlerin özendirilmesi anlamında çok ciddi çalışmalar yürütüyoruz.


Dernek başkanlığınız süresince hedefleriniz nelerdir?


Daha önce alt yapılarını hazırladığımız ve üyelerimizin kendi çalıştıkları ünitelerde eksik kalan bilgi ve görgülerini yurt içi ve yurt dışı rotasyon programlarında ilerletebilmeleri konusundaki projelerimizi hayata geçirmeye başlıyoruz. Bu yıl gerçekleştireceğimiz bir diğer projede, yurtdışı yayınlar konusunda ciddi bir gereksinim olan İngilizce makale düzeltimi konusunda üyelerimize yardımcı olacağız. Bilimsel konular yanında sosyal konularda da gerek mesleki kötü uygulamalar ile ilgili sağlık sigortası, gerekse mesleğimiz ile ilgili diğer yasal konularda üyelerimize yardımcı olmaya çalışmak da projelerimiz arasında yer alıyor.


Branşınızda yapılması gerekenler nelerdir?


Anesteziyoloji ve Reanimasyon branşının önemi giderek daha çok anlaşılmakla birlikte, gerek yönetimler ve diğer branşlar, gerekse halkımız arasında önemi hala çok iyi bilinmiyor. Ancak istenmeyen bir yan etki veya komplikasyon durumunda basında yer alan bir tıp dalı olmaya devam ediyor. Hekime çok büyük bir sorumluluk yükleyen, uzun çalışma ve nöbet saatleri, anestezik gazlara maruz kalma ve stres ile iş yükünün çok ağır olduğu bu branşta çalışma koşullarının iyileştirilmesi çok önemli.


Özellikle branşınızla ilgili bir beklentiniz var mı?


En önemli beklentimiz çalışma koşullarımızın iyileştirilmesi, özellikle riskli hastalarda kullanılması gereken araç ve gereçlerin ülkemizin her bölgesindeki her hastanede bulunabilir olmasıdır.


Branşınızın uzmanlık süresi ve içeriği sizce yeterli mi, yan dal hakkında ne düşünüyorsunuz?


Anesteziyoloji ve Reanimasyon Uzmanlık eğitimi süresi ülkemizde 4 yıl olmakla birlikte pekçok eğitim kurumunda bu dönem ancak 5 yılda tamamlanabiliyor. Anesteziyoloji ve Reanimasyon branşına bağlı 2 adet yan dal mevcut; Yoğun Bakım ve Algoloji. Bu yan dallarda yetişmiş anestezi uzmanı hekimler hastalara en az konu ile ilgili diğer branş hekimleri kadar çok yararlı katkılar sağlayabiliyor.


Branşınızın tercih edilme oranı nedir?

Anesteziyoloji ve Reanimasyon daha önceleri çok tercih edilmeyen bir branştı. Ancak günümüzde TUS sıralamasında tercih oranı olarak ortalarda yer alıyor.


TUS sınavı hakkında ne düşünüyorsunuz? Uzmanlık eğitimi alabilmek için sizce nasıl bir yöntem olmalı?


TUS kişilerin branşa olan ilgilerini ve o konudaki yeteneklerini ölçen bir sınav değil. Revizyondan geçirilmeli diye düşünüyorum. Tabii ki bilimsel bilgi düzeyi de çok önemli ama kişisel özelliklerin de uygunluğunun belirlenebilmesi gerekir.


Branşınızda özellikle üzerinde durulması gereken bir konu var mı?


Tıbbi yanlış uygulamalar, anestezistlerin çalışma koşullarının iyileştirilmesi, zorunlu mesleki sorumluluk sigortası, anestezist memnuniyeti, anestezistlerde tükenme sendromu, anestezide performans ve SUT (SKG) uygulamaları günümüzde en çok konuşulan mesleki sorunlarımız arasında yer alıyor. Derneklere örnek teşkil edecek çalışmalarınız nelerdir? Derneğimiz oldukça aktif çalışan bir dernek olmakla birlikte diğer mesleki derneklerin de aktif çalışmalarını büyük bir memnuniyetle izliyoruz. Üyelerimizin dernek web sitesinden kongre konuşmalarına ulaşabilmeleri, yabancı dergilerde yayın yapmak isteyen üyelerimize verilen profesyonel yardım ve hukuk, etik ve mortalite, morbidite konularındaki desteklerimiz örnek teşkil edebilir.


Dernek yönetim kurulu üyelerini tanıtır mısınız?

Prof. Dr. Şükran ŞAHİN Başkan - Uludağ Üniversitesi

Prof. Dr. Ülkü AYPAR 2.Başkan – Hacettepe Üniversitesi

Prof. Dr. Güner KAYA 2. Başkan – İstanbul Üniversitesi

Prof.Dr. Hülya BİLGİN Genel Sekreter – Uludağ Üniversitesi

Doç.Dr. Ömür ERÇELEN Veznedar – Amerikan Hastanesi

Prof. Dr. İbrahim YEGÜL Üye – Ege Üniversitesi

Prof.Dr. Asuman UYSALEL Üye – Ankara Üniversitesi

Doç. Dr. Altan ŞAHİN Üye – Hacettepe Üniversitesi

Doç. Dr. Süleyman GANİDAĞLI Üye – Gaziantep Üniversitesi


Dernek tarafından düzenlenen etkinlikler nelerdir?


Konferanslar, ulusal ve uluslararası kongreler, bölgesel ve genel sempozyumlar ve mezuniyet sonrası kurslar düzenlemektedir. Dernek iletişim bilgilerini verebilir misiniz?

TARD Merkezi –TARD Merkez Binası İnönü Cad. Zambak Apt. No:7/4 34437 Taksim İstanbul TEL:0212 251 75 55

FAX:0212 251 75 56



29 Mart 2011 Salı

KANSERE KARŞI HEDEF 1 MİLYON İMZA

4 Şubat Dünya Kanser Günü nedeniyle düzenlenen basın toplantısında konuşan Türk Kanser Araştırma ve Savaş Kurumu Başkanı Prof. Dr. Kutluk: “Birleşmiş Milletler'deki tüm ülkeler, kansersiz bir dünya için 'Dünya Kanser Bildirgesi’ni imzalayacak. Ülkemizden de kampanyayı desteklemek isteyenler www.dunyakansergunu.org adresinden imza atabilirler” dedi. 4 Şubat Dünya Kanser Günü nedeniyle Türk Kanser Araştırma ve Savaş Kurumu'nda düzenlenen basın toplantısına Türk Kanser Araştırma ve Savaş Kurumu Başkanı Prof. Dr. Tezer Kutluk, Prof. Dr. Dinçer Fırat ve Prof. Dr. Bilgehan Yalçın katıldı. Dünyada her yıl 12.7 milyon kişiye kanser tanısı konulduğunu söyleyen Prof. Dr. Kutluk, her yıl İstanbul’un yarı nüfusu kadar yani 7.6 milyon kişinin kanserden dolayı yaşamını yitirdiğini belirtti. Önlem alınmadığı takdirde, dünya genelinde 2030 yılına kadar küresel düzeyde kanser ölümlerinin yüzde 80 oranında artacağını işaret eden Prof. Dr. Kutluk, 17 milyon kişinin kanserden ölebileceğinin tahmin edildiğini dile getirdi. Prof. Dr. Kutluk, Merkezi Cenevre’de bulunan Dünya Kanser Kontrol Örgütü aracılığıyla 118ülkede 400’den fazla kuruluşun aktivitede bulunduğunu söyledi. “Kanser Önlenebilir” Kanserin yüzde 30-40 oranında önlenebildiğine dikkat çeken Prof. Dr. Kutluk, sigara yasağını desteklediklerini ve gıda tüketiminin de kontrol edilmesini istediklerini belirtti. Prof. Dr. Kutluk, kanserlerin tütün kullanımı, aşırı alkol tüketimi, güneşe maruz kalma ve obezite ile ilişkili olduğunu söyledi. Sağlıklı beslenme ve düzenli fiziksel aktivite gibi sağlıklı yaşam davranışlarının benimsenmesi ile risk faktörlerinin azaltılabileceğini dile getiren Prof. Dr. Kutluk, şunları kaydetti: “Dünya Kanser gününde 'Birlikten kuvvet doğar' sloganı ile Birleşmiş Milletler'deki tüm ülkeler kansersiz bir dünya için 'Dünya Kanser Bildirgesi'ni imzalayacak. Bu nedenle bu yılın sonunda Birleşmiş Milletler'de bulaşıcı olmayan hastalıklarla mücadele toplantısında kanser bildirgesi sunulacak. Bulaşıcı olmayan hastalıklardan kanser, kalp, diyabet ve kronik solunum hastalıkları burada ele alınacak. Bu 4 hastalık, dünyada ölümlerin yüzde 60'ını oluşturuyor buna karşın kaynakların sadece yüzde 2'si kullanılıyor. 2011 yılında BM'de yapılacak bu toplantı bir çağrıdır. Biz de bu çağrıya 'destek verin' diyoruz. Çünkü, Dünya Kanser Örgütü 1 milyon imza toplayarak bunu sunmak istiyor. Tüm dünyada 120'den fazla ülkede 400'ün üzerinde üye kuruluşu bünyesinde toplayan Uluslararası Kanser Savaş Örgütü'nün kampanyasına “www.dunyakansergunu.org” web adresinden destek verilebilir.”


“www.dunyakansergunu.org”


Prof. Dr. Kutluk bildirge hakkında şunları söyledi: “Dünya Kanser bildirgesi, özellikle kanserlerin yüzde 40'ının önlenebilir olmasından yola çıkarak, ülkelere yeni sağlık yapılandırmaları öneriyor. Küçük bir adımla büyük bir fark yaratabilirsiniz. Dünya Kanser bildirgesini imzalayarak, 11 önemli hedef ile kanser yükünün azaltılması için karar vericileri etkilemeye çalışan küresel topluluğa katılabilirsiniz. “ www.dunyakansergunu.org ” veya “ www.turkkanser.org.tr ” adreslerini ziyaret ederek imza kampanyasına destek verebilirsiniz.”


Bildirge maddeleri:


1 Bütün ülkelerde etkin kanser kontrol programlarının oluşturulması için, sürdürülebilir sistemler yürürlüğe konulacaktır.


2 Küresel düzeyde kanser yükünün ve kanser kontrolüne yönelik girişimlerin etkilerinin izlenmesi önemli derecede iyileştirilecektir.


3 Küresel düzeyde tütün tüketimi, şişmanlık ve alkol tüketimi önemli derecede azaltılacaktır.


4 HPV ve HBV virüslerinden etkilenen bölgelerde halk aşılama programları kapsamına alınacaktır.


5 Halkın kansere karşı olan yaklaşımları iyileştirilecek ve bu hastalık hakkında gerçek dışı efsaneler ve yanlış bilinenler düzeltilecektir.


6 Tarama, erken tanı programları ve kanserin erken belirtileri konusunda halkın bilinçlendirilmesi ile çok sayıda kanser türüne erken dönemde tanı konulacaktır.


7 Kanserde doğru teşhis, uygun tedaviler, destek bakım, rehabilitasyon hizmetleri ve palyatif bakıma erişim hakkı bütün hastalar için dünya genelinde iyileştirilecektir.


8 Etkin ağrı kontrolü, ağrı çeken tüm kanser hastaları için evrensel düzeyde erişilebilir olacaktır.


9 Kanser kontrolünde farklı alanlarda hizmet veren sağlık profesyonelleri için eğitim fırsatları önemli derecede artırılacaktır.


10 Kanser kontrolünde uzman sağlık elemanlarının görev yeri değiştirmesi önemli ölçüde azaltılacaktır.


11 Kanser hastalarının yaşam süresi tüm ülkelerde önemli derecede arttırılacaktır.

28 Mart 2011 Pazartesi

AKDENİZ ÜNİVERSİTESİ HASTANESİ’NDEN HIZLI ÇÖZÜM


Akdeniz Üniversitesi Hastanesi’nde bozulan ışınlama cihazı nedeniyle meydana gelen sorun kısa sürede çözüldü.


Hastane Yönetimi bozulan cihazın kısa sürede yapılmasını sağlarken, tamir süresinde hastaların mağdur olmaması için gerekli önlem alındı. Işınlanması zorunlu olan kanlar cihaz tamir edilene kadar Radyasyon Onkolojisi’ndeki cihaz ile ışınlandırılarak konuya çözüm üretildi. Akdeniz Üniversitesi Hastanesi’nde ışınlama cihazının bozulması üzerine endişelenen hastalar ise Hastanesi Başhekimi Doç. Dr. Abdullah Erdoğan’ın yaklaşımı ve ürettiği çözüm ile rahat bir nefes aldı. Sağlık Dergisi, konu ile ilgili olarak Akdeniz Üniversitesi Hastanesi’nin görüşünü aldı. Hastaların mağdur olmasını önlemek ve endişelerini gidermek amacıyla hemen harekete geçtiklerini bildiren Akdeniz Üniversitesi Hastanesi Başhekimi Doç. Dr. Abdullah Erdoğan, “Tek amacımız var, o da insan sağlığı için hizmet etmek. Bu nedenle bozuk cihaz tamir edilene kadar başka bir ünitemizdeki cihazla soruna çözüm ürettik“ dedi.


“Sorun kısa sürede çözüldü”

Kan ışınlama cihazında meydana gelen arızanın kısa sürede çözüleceği bilgisini veren Akdeniz Üniversitesi Hastanesi Başhekimi Doç. Dr. Abdullah Erdoğan, arıza giderilene kadar ışınlanması zorunlu olan kanların Radyosyon Ornkolojisi Ünitesi’nde ışınlandığını, böylelikle probleme de çözüm getirildiğini kaydetti. Başhekim Erdoğan konu hakkında şu açıklamayı yaptı: “Kan ışınlama cihazlarımızda arıza oluştu ve ışınlanması zorunlu olan kanlar Radyasyon Onkolojisi’nde ışınlanıyor. Her kanın ışınlanması zorunlu değildir. Kemik iliği ve organ nakli hastalarının kanlarının ışınlanması gerekir. Ameliyat olacak hastaların kanlarının ışınlanması zorunlu değildir. Ama bir hafta gibi kısa bir süre içerisinde ışınlama cihazı tamir edilecek. Yakın zamanda da yeni bir cihaz daha alacağız.”


“Cihaz Yapılıp Kullanıma Açıldı”

Akdeniz Üniversitesi Hastanesi Laboratuar Sorumlusu Prof. Dr. Ayşen Timurağaoğlu konu ile ilgili şunları kaydetti: “Kan ve kan ürünlerine rutin ışınlama Türkiye’nin pek çok ünitesinde yapılmıyor. Akdeniz Üniversitesi, kök hücre (kemik iliği) ve başta böbrek olmak üzere solid organ nakli yapan Türkiye’deki en büyük hastanelerden biridir. Bu nedenle ünitemizde eritrosit süspansiyonları ve trombositler rutin olarak ışınlanarak hastalara çıkışı yapılır. Radyasyon Onkolojisi Anabilim Dalı ürünlerin ışınlamasına yardımcı oldu. Cihazın arızalı parçası en kısa sürede yapılıp cihaz kullanıma açılacak.” Kanlar Neden Işınlanıyor? Transfüzyonla ilişkili graft versus host hastalığını (TA-GvHD) önlemek için kanlar ışınlanıyor. Graft versus host hastalığı nakledilen kandaki akyuvarların (lenfositler) yol açtığı, nadir ama ciddi bir nakil komplikasyonu. Bu tür kan hücrelerinin çok azı bile ağır hastalığa ve hatta ölüme yol açabiliyor. Işınlama bir tür akyuvar olan lenfositlerin bölünüp zarar vermesini önlüyor.

27 Mart 2011 Pazar

Bakan Akdağ: “TEKNOLOJİYİ TÜRKİYE’YE TAŞIYANI DESTEKLEYECEĞİZ”

“Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne Üyelik Sürecinde Sağlıkta İnovasyon Rapor Tanıtım Toplantısı”nda konuşan Sağlık Bakanı Prof. Dr. Recep Akdağ, teknolojiyi Türkiye'ye transfer edenleri ya da doğrudan Türkiye'de teknoloji yatırımı yapacakları destekleyeceklerini belirtti.



TÜSİAD Sağlık Çalışma Grubu’nun girişimiyle, Brüksel’de yerleşik Avrupa Politika Çalışmaları Merkezi (CEPS – The Centre for European Policy Studies) tarafından ”sağlıkta inovasyon” temalı bir araştırma yürütüldü. Bu araştırmanın sonucunda hazırlanan “Türkiye’nin AB Üyeliği Sürecinde Sağlıkta İnovasyon” başlıklı rapor tanıtıldı. Türkiye’nin AB üyeliği sürecinde sağlık sektöründeki inovasyon konusunu ele alan raporun tanıtım toplantısının açılış konuşmalarını Sağlık Bakanı Prof. Dr. Recep Akdağ ve TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Ümit Boyner yaptı. Sağlık Bakanı Akdağ, sağlık alanında araştırma ve geliştirme çalışmalarına ilişkin değerlendirmelerde bulundu. Türkiye'de sağlık teknolojisi alanında büyük keşiflerin yapılmadığını, herhangi bir ilaç molekülü geliştirilmediğini söyleyen Akdağ, "Bunun ana sebebi Türkiye'de bilimsel araştırmaların gereken noktaya ulaşamamasıdır. Hükümet olarak AR-GE çalışmalarına ciddi destekler veriyoruz. Özellikle ilaç alanında çalışmalar ilgili kurumlarla tartışıldı. İlaçların fiyatlandırılması ve satın alımında ilgili ilaç şirketlerinden şikayetler geldi. Bu durum AR-GE yatırımlarını etkilemez. Çünkü bu tedbirlerin alınmadığı yıllarda da gerekli yatırımların yapılmadığını görüyoruz. Türkiye'deki bilim adamı sayısı ve niteliği yüksek. Bu hususta belli kümelenmelerin olması gerekiyor. 'Bunu hızlandırmak için teknolojiyi Türkiye'ye transfer ederken ya da doğrudan Türkiye'de teknolojik yatırım halinde uzun süreli garantili alımlar yapabiliriz. Çünkü kamu burada en büyük alıcı durumunda. Sağlık hizmeti de yine çoğunlukla kamu hastanelerinde veriliyor. Şimdiye kadar iki aşı konusunda bunu yaptık. Teknolojinin belli bir bölümünü Türkiye'ye taşıdık. Bu alandaki çalışmaları sürdüreceğiz. İlaç alanında da birtakım önlemler aldık" dedi.


Patent ve Veri Korumayla İlgili Sürenin Uzaması
''Sürekli yeşillik'' Türkiye'nin bu konuda büyüyen bir pazar olduğunu, aldıkları tedbirlerle büyümeyi kontrollü hale getirdiklerini kaydeden Akdağ, bu pazarın kontrolsüz büyümesi halinde kamunun aldığı ilacın parasını ödeyemez duruma gelme riski bulunduğunu dile getirdi. Akdağ, patent ve veri korumayla ilgili değerlendirmelerde de bulanarak, veri korumanın süresinin sona ermesinden sonra ilaçların jeneriğinin üretilebildiğini, bunun yeni ilaçların keşfini teşvik ettiğini belirtti. Patent ve veri korumayla ilgili sürenin uzamasını ''sürekli yeşillik'' olarak niteleyen Akdağ, ilaç firmalarından bu konuda çok sayıda başvuru yapıldığını, bunun kötüye kullanılmaması gerektiğine işaret etti.

“Biz de Halkımızın Sağlığını Korumak İçin, Dışarıdan Gelen Ürünler İçin Kuralımızı Değiştirdik”
İlaçların ruhsatlandırılmasında aranan ''iyi uygulama belgesi'' ile ilgili de değerlendirmelerde bulunan Akdağ, "Türk firmalarının yurt dışında ürettiği ürünler için bu belgenin alınmasında bazı ülkelerde zorluklarla karşılaşıldığ.Bunları ''tarife dışı engelleme'' olarak değerlendiriyoruz. Biz de halkımızın sağlığını korumak için, dışarıdan gelen ürünler için kuralımızı değiştirdik. Buna tepki gösterildi ancak biz de karşı tarafın yaptığının dışında bir şey yapmıyoruz. Bir orta noktayı bulacağız. Karşılıklı tanıma prosedürleri geliştirilecek'' diye konuştu.

“Sağlık Bakanlığı’nda Çalışan Doktorların Yüzde 94'ü Gönüllü Muayenehanesini Kapat”
Sağlıkta dönüşüm programı ile sağlık alanında yaşanan gelişmelere de dikkati çeken Akdağ, bunun birçok ülke tarafından örnek alındığını, özellikle performansa dayalı ödeme sistemini uygulamak için kendileriyle temasa geçen ülkeler olduğunu bildirdi. Akdağ, performansa dayalı ödeme sistemi ile Sağlık Bakanlığı'nda çalışan doktorların yüzde 94'ünün gönüllü olarak muayenehanesini kapattığını ifade etti.

“Türkiye'de Kızamık 2006'dan Beri Vaka Sayısının Yok Denecek Kadar Az” Toplantıdan ayrılırken gazetecilerin sorularını da yanıtlayan Akdağ, İstanbul'da 24 kişide kızamık hastalığı görüldüğünün belirtilmesi ve ülkede salgın olup olmadığının sorulması üzerine, 13 Ocakta görülen ilk vakanın, turistlere hizmet veren kuyumcuda çalışan bir kişi olduğunu söyledi. Hastaların tümünün yurt dışı kaynaklı virüsten etkilendiğini ifade eden Akdağ, geçmişte ülkede binlerce kişiyi etkileyen kızamık salgınları olduğunu, gerçekleştirdikleri aşılama programı sayesinde 2006'dan beri vaka sayısının yok denecek kadar azaldığını bildirdi. Akdağ, “Özellikle 2003 yılına kadar da bu salgınlar devam etti. Tabii de karşılanıyordu, aşılama yapıyoruz bu arada da salgınlar oluyor diye. Biz Sağlık Bakanlığı olarak büyük bir aşılama kampanyası yaptık. 2001 yılında 31 bin kızamık vakası vardı Türkiye'de. 2006 yılında bu 34'e düştü bütün bu geniş aşılama kampanyalarımızla. Daha sonra 2007'de 2008'de 2009 ve 2010'da yılda toplam 4 vaka en fazla 7 vaka gördük. Bunların hepsi de yine dışarıdan bulaşan vakalardı. Avrupa'dan Türkiye'ye kızamık bulaşmasından korkuyoruz. Kızamık vakalarının 1975-1990 doğumlu kişilerde görülebilir. 1990'dan sonrasını biz büyük ölçüde aşıladığımız için onlarda vaka görmedik. Ama 75 ile 90 arasında doğan yaş grubunda görüldü. Belli ki o yaş grubunda aşılanmamış kişiler var” dedi. Kızamık aşısını 12 aylık çocuklara yapıldığını belirten Akdağ, "12 aydan küçük ve henüz aşılanmamış çocuklar için risk oluşabilir. Bu vakaların görüldüğü yerlerde aile hekimlerimiz uyarıları ve eğitimlerini yaptırdık. 12 ayın altındaki çocukları 9 aylıkken aşılayacaklar. 12 aylığa gelince bir kez daha aşılayacaklar" diye konuştu.


İstanbul'da Bağcılar, Güngören, Bahçelievler Riskli Bölgeler
Kızamık aşısının ilk dozunun bebekler 12 aylık olunca yapıldığını anımsatan Akdağ, bu yaş altındaki bebekler için risk oluşmaması amacıyla bölgelerde aile hekimlerinin uyarıldığını, gerekirse bu yerlerde 12. ayın altındaki bebeklere ilk doz aşının yapılabileceğini söyledi. Akdağ, bir soru üzerine, ''Şu anda bir kızamık salgını yok, ama oluşmaması için gerekli tedbirleri almak zorundayız'' dedi. İstanbul'da Bağcılar, Güngören, Bahçelievler'in de aralarında bulunduğu 11 yerde vakaların görüldüğünü söyleyen Akdağ, aile hekimleriyle irtibata geçilerek bu riskli bölgelerdeki 5 yaş altında aşılanmamış çocukların tespit edilerek aşılanmasını istediklerini bildirdi.

Sezaryen Bir Ameliyattır
Sezaryenle doğum oranlarının düşürülmesi için normal doğumun teşvik edilmesine yönelik uygulamayla ilgili bir soru üzerine de Akdağ, bu uygulamanın olduğunu ve geçtiğimiz yıl başladığını hatırlattı. Sezaryenin masraflı ve bakımının zor ameliyat olduğunu belirten Akdağ, normal doğumu teşvik etmek için birçok adım attıklarının ifade etti. Kadınları normal doğum yapmaya davet eden Akdağ, “Lütfen sezaryene kendiniz yönelmeyin. İhtiyaç olması durumunda normal yolla doğum gerçekleşemiyorsa başvurulacak bir yöntem. Bunun ötesi son derece yanlıştır. Belki ilk doğum yaparken acı çekmeyeyim diyor ama asıl acıyı daha sonra çekiyor. Ama normal bir doğum yapan kadın doğumdan hemen sonra kalkar çocuğunu emzirir normal hayatına başlar. Sezaryen demek karnınızın bir neşterle yarılması demek. Tıbbı gereklilik varsa buna müracaat etmek gerek" diye konuştu.

“Türkiye Televizyonun En Çok Seyredildiği Ülkelerden Biri”
Bir gazetecinin obezite ile ilgili bir proje olup olmadığına ilişkin sorusu üzerine Akdağ, Türkiye'de bir hareketsizlik ve fazla kilo durumu gibi bir salgının olduğunu belirtti. Akdağ, “Bütün vatandaşlarımız buna karşı çok duyarlı olmalıdırlar. Yani hepimiz için geçerli yeterince hareket etmezsek ve ihtiyacımızdan daha fazla yersek şişmanlıyoruz. Türkiye televizyonun en çok seyredildiği ülkelerden biri. Çocuklarımızı da risk altına sokuyoruz” şeklinde konuştu.

Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne Üyelik Sürecinde Sağlıkta İnovasyon Raporu
“Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne Üyelik Sürecinde Sağlıkta İnovasyon” başlıklı Raporda şunlar yer alıyor:

Sosyal politikaların ve sağlık sisteminin temel amacı, hizmete ulaşılabilirliği artırmaktır. İnovasyon, sağlık hizmetlerinde ulaşılabilirliği artırır. İnovasyon süreci, bilimsel bilginin, pazar değeri taşıyan ürünlere dönüştürülmesi olarak tanımlanabilir. İnovasyonda araştırma, üretim ve pazar ilişkisinin gözetilmesi, yenilikçi ürünün kişilerin kullanımına sunulmasını ve ulaşılabilirliğini sağlayacaktır.

• Sağlık sektörü, gelişmiş ekonomilerde en büyük hizmet sektörlerinden biridir. Sağlık sektöründe inovasyon, sürdürülebilir büyümeye katkıda bulunur. Gelişmiş ekonomilerde sağlık sektöründe üretilen mal ve hizmetlerin Gayri Safi Yurt İçi Hasıla (GSYİH) içindeki değeri yüzde 7, bu sektörde yaratılan istihdamın oranı ise yüzde 10 seviyesindedir. Toplam sağlık harcamalarının GSYİH'ya oranının 2020'de yüzde 16'ya çıkacağı hesaplanmaktadır. Hızla büyüyen sağlık sektörü, yenilikçi teknolojilerin en büyük kaynağı ve kullanıcılarındandır.

• Türkiye'nin önünde sağlık sektöründe yaratacağı yenilikçi ürün ve hizmetlere ilişkin önemli fırsatlar mevcuttur.


• İnovasyon kendiliğinden gelişen bir süreç değildir. Hükümet politikaları, sağlık sektöründe inovasyonun belirleyicilerini harekete geçirir.


• İnovasyon ekonomik ve sosyal sonuçları itibariyle bir sanayi projesidir. Sanayide inovasyonu önceliklendirecek bir stratejiye ihtiyaç vardır. Sağlık sektörü bu stratejinin önemli bir parçasıdır.


• Bu raporda sağlık sektörünün inovasyon ortamının değerlendirilmesi ve geliştirilmesine yönelik öneriler, inovasyon yapı ve süreçlerindeki farklılıklar nedeniyle, ilaç, tıbbi cihaz-teknoloji ve eSağlık sektörleri itibariyle ele alınmaktadır.


Tıbbi Cihaz ve Teknoloji Sektörü


• Tıbbi cihaz ve teknoloji sektörü ürün çeşitliliği nedeniyle inovasyona en açık ve dinamik sektörlerden biridir. Büyüyen iç pazar ve artan ithalat, tıbbi cihaz ve teknolojide inovasyon için önemli bir fırsat olarak görülmelidir. 2009 yılı itibariyle Türkiye, yaklaşık iki milyar dolarlık tıbbi cihaz pazar hacmiyle dünyadaki en büyük 30 ülke arasında yer almaktadır. Devletin özel sektörden hizmet satın alımı, özel sağlık kuruluşlarının tıbbi cihazlara yatırım yapabilmelerine olanak sağlamıştır. Bu durum, tıbbi cihazlar pazarının büyümeye devam edeceğine işaret etmektedir. Tıbbi cihaz sektörü yarattığı katma değer açısından 13. sıradadır. Sektörde yaratılan istihdamın toplam istihdam içindeki payı yüzde 0.9’dur.


• İthalatın yerli üretime göre ağırlıklı olması nedeniyle, yatırım ve ara malların çoğunluğu ithal edilmekte, buna nitelikli işçilik maliyetleri eklendiğinde yerli üretimin rekabet imkanı zayıflamaktadır. Ancak pazar hacmiyle birlikte üretim, ithalat ve ihracat da büyümektedir. Üretim ve ihracatın, ithalatı ikamesi kendiliğinden gerçekleşmeyecektir. Bu fırsatın değerlendirilmesi için kurumsal yapı-mevzuat, sermaye-insan gücü ve üretim-pazar organizasyonu alanlarında bazı kritik adımlar atılabilir.


• Yerli üretimi inovasyona yöneltecek rasyonel bir vergi düzenlemesi, sermaye desteklerinin firmadan ziyade proje temelinde uygulanması, imalata inovasyon odaklı bir nitelik kazandıracaktır. Ara malları ithalatında yüzde 18’lik vergi oranına karşılık, tıbbi cihaz ithalatında yüzde 8’lik vergi oranı, üretim ve yenilikçi faaliyetler yerine mamul cihaz ithalatını özendirmektedir. Yenilikçi imalatı destekleyecek girişim sermayesinin artırılması amacıyla 5746 sayılı Ar-Ge Faaliyetlerinin Desteklenmesi Hakkında Kanunu’yla getirilen teknogirişim desteklerinin çoğaltılması, KOBİ kredilerinin bu yönde işlevsel hale getirilmesi düşünülebilir. Kanunda firmalara teşvik ölçütü olarak getirilen, Ar-Ge faaliyetlerini ayrı bir birim olarak örgütleme ve 50 Ar-Ge personeli istihdamı zorunluluğu sektörde yenilikçi faaliyetlerin gerektirdiği yapısal ve işlevsel esnekliğe uymamaktadır. İnovasyonun genellikle küçük ve orta büyüklükteki işletmelerce sağlandığı, ayrıca inovasyonun genellikle firmaların genç döneminde gerçekleştiği dikkate alınarak, Ar-Ge mevzuatında gerekli değişiklikler yapılmalıdır.


• Piyasanın öngörülebilirliği ve şeffaflığını sağlayacak kurumsal yapı ve mevzuat tamamlanmalıdır. “Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu” kurulmalıdır.


• İnovasyonda kritik önem taşıyan disiplinlerarası işbirliği teşvik edilmelidir.


• Üniversite-özel sektör işbirliği teknokent ve sanayi kümelenmeleri bünyesinde kolaylaştırılmalıdır.


• Fiyatlandırma ve geri ödemede öngörülebilirliğin ve şeffaflığın geliştirilmesi, bu konudaki kriterlerin yenilikçi ürünleri dikkate alması gereklidir. Tıbbi cihazlarda inovasyon çoğunlukla artırımsal nitelikte olduğundan, kullanıldıkça faydası artmakta ve yeni inovasyonun önünü açabilmektedir. Tıbbi cihaz ve teknoloji ürünlerine yönelik geri ödemeyle ilgili kararlar, inovasyonu göz önünde bulunduran, şeffaf kriterlere dayandırılmalıdır. Kriterler arasında ürünlerin yenilikçi niteliğine yer verilebilir. Kamunun, uzun vadede tıbbi teknolojilere yönelik alım hedeflerini belirlemesi öngörülebilirliğe katkıda bulunacaktır. AB ve ABD standartlarıyla uyumlaştırma, ürün kalitesini artıracak ve onay sürecini, dolayısıyla piyasaya erişimi çabuklaştırabilecektir.


İlaç Sektörü


• İlaç sektöründe inovasyon faaliyetleri ile jenerik ilaç üretimi birbirini izler. Her iki sürecin, ihtiyaçları doğrultusunda desteklenmesi gerekir.


• Türkiye, ilaç sektöründe önemli ve büyüyen bir pazar hacmine sahiptir. Konumu itibariyle, ihracat potansiyeli büyüktür. Bu avantajları, ilaç sektöründe sınırlı düzeydeki Ar-Ge faaliyetlerini artırarak değerlendirebilmelidir.


• Araştırmacı ilaç firmaları, yenilikçi faaliyetlerini küresel düzeyde yaygınlaştırmaktadır.


• İlaç sektöründe ulusal pazarın kurumsallaşması tamamlanmalıdır.


• Ruhsatlandırma süreci kolaylaştırılmalı ve süresi kısaltılmalıdır.


• Fiyatlandırma ve geri ödeme kararları öngörülebilir olmalı, yenilikçi ilaçlara ilişkin kararlar şeffaf ve hızlı biçimde alınmalıdır.


e-Sağlık


• eSağlık uygulamaları hizmete ulaşılabilirliği artırır. Hizmet kalitesini ve verimini yükseltir. eSağlıkta sektör yapısı parçalıdır. Kamunun düzenleyici rolüne ihtiyaç vardır.


• eSağlıkta, kamu-kamu işbirliği önceliklidir. Bu işbirliği, birlikte çalışabilirliğin geliştirilmesiyle kurumsallaştırılmalıdır. Bu kurumsallaşma kamu-özel sektör-üniversite işbirliğiyle tamamlanmalıdır.


• Sağlık hizmetlerinde e-Sağlığın yaygınlaştırılması bir temel altyapı yatırımı niteliği taşır. Hizmet sunucuların bu yeni altyapıya uyumunun kolaylaştırılması gerekir.


• eSağlıkta AB uygulamaları ve standartları takip edilmeli, potansiyel pazar imkanları değerlendirilmelidir.

26 Mart 2011 Cumartesi

“PERFORMANSA GÖRE ÖDEME SİSTEMİ ETİK VE ADİL DEĞİL”


“Performansa Göre Ödeme Sistemi etik ve adil değil” diyen Türk Cerrahi Derneği Başkanı Prof. Dr. Cem Terzi, Dernek tarafından “Genel Cerrahide Performans Sistemi Çalıştayı” isimli bir çalışma hazırlandıklarını kaydetti.


Performansa Göre Ödeme (PGÖ) Sistemi ile hekimlik mesleğinin genetiğine müdahale edildiğini belirten Türk Cerrahi Derneği Başkanı Prof. Dr. Cem Terzi, konu ile ilgili hakkında şunları kaydetti: “Bu sisteme göre hekimin geliri finansal teşvik doğrultusunda hasta görme ve girişim yapmasına göre değişiyor. Sistemim amacı sağlık hizmetinde kaliteyi artırmak ve kaynak kullanımını etkinleştirmek için sağlık sistemine piyasa güçlerini yerleştirmek olarak özetleniyor. PGÖ sistemlerinin uygulama maliyetleri yüksek. Performans ölçütleri standardizasyondan yoksundur ve değişik durumlar için uygulanabilirliği oldukça kısıtlıdır. Ayrıca bireysel ölçümlere odaklanan sistem bir ekip çalışması olması istenen ve böylece daha etkin ve yararlı olması beklenen kalite gelişimini kötü yönde etkileyecektir.”

“PGÖ Sistemi Hekimleri Durumu Kötü Hastaların Tedavisinden Kaçınmalarına Neden Oluyor”


PGÖ ağır hastaları tedavi eden hekimlerin bir bakıma cezalandırılmaları gibi ters teşvik edici durumlara yol açtığını söyleyen Prof. Dr. Terzi, “Bu durum hekimlik değerleri ile tam bir çelişkidir. PGÖ sistemi hasta-hekim arasındaki ilişkiyi rekabetçi primleri ile bozuyor. Bu ödeme sitemi hekimleri birbiri ile yarışmaya itiyor. Önceden belirlenmiş göstergelere göre performansta artış sağlayabilenler ödüllendirilmektedir. Bu önceden belirlenmiş göstergeler genellikle klinik sonuçlardan çok referans yapısal iyileşmelere dayandırılıyor. Pek çok çalışma, kompetitif PGÖ sisteminde herkesin ortadaki paradan bir pay kapmak için çalıştığını gösteriyor. Performansı yüksek olan hekimler bile hâlihazırda yüksek olan performanslarının devamını sağlamak için bu oyuna devam etmek zorunda kalıyor. Sağlık hizmeti kalitesinde gerçek gelişimi ölçmek ve tanımlamak ise bu sistemde imkânsızdır. Ayrıca yapılan çalışmalarda PGÖ sistemi ile elde edilen kazançların hekim primlerini karşılamakta yetersiz kaldığı gösteriyor. PGÖ sistemi hekimleri genel durumu kötü hastaların tedavisinden kaçınmaları konusunda cesaretlendiriyor” dedi.

Yurt Dışında Durum Nasıl?

PGÖ sisteminin hekimlere yönelik ücretlendirmede bir yöntem olarak yeni ve pek çok ülkenin kullanmadığı bir sistem olduğunu kaydeden Prof. Dr. Terzi, “Sağlık harcamalarının aşırı arttığı ve sağlık hizmetine erişimde çok ciddi sıkıntılar yaşandığı bilinen Amerika Birleşik Devletleri’nde özelikle son 6 yılda yürütülmekte olan “medicare” (sağlık hizmeti sunumunun yüzde 40’ı) içinde yaygınlaştı. İngiltere’de genel bir sistem olmayıp yalnızca aile hekimleri için sınırlı biçimde deneniyor. İtalya’da kısmi bir uygulama vardır; hekim maaşının yüzde 20’si performans sisteminden ödeniyor. İspanya ve Portekiz’de ise halen deneme aşamasında bulunuyor. Bu az sayıdaki örneklerin dışında, dünyada yaygın olarak uygulanmıyor. Hekimler ‘solo’ hekimlik (muayenehane hekimliği) yerine büyük gruplar halinde çalışacak biçimde organize olmak zorunda bırakıldı. Muayenehane hekimliği kısa sürede ortadan kalktı. Hekimler kendilerinin işvereni olma özelliklerini hızla yitirdiler” diye konuştu.

Üniversite ve Eğitim Araştırma Performans Raporu

Ülkemizde uygulanmaya başlanmış olan performansa dayalı gelir dağıtımında Genel Cerrahi alanında karşılaşılması muhtemel sorunların ortaya konması ve bunlarla ilgili çözüm önerilerinin üretilmesi için “Genel Cerrahide Performans Sistemi Çalıştayı 2010” hazırladı. Türk Cerrahi Derneği’nin hazırladığı “Performans Sistemi” Çalıştaya göre, yapılan dağıtımın çalışma yaşamında ve eğitim ortamlarında önemi olduğu iyi bilinen liyakate dayalı hiyerarşik yapılanmayı bozmaması esas olmalıdır. Öğretim üyeleri, uzmanlar ve uzmanlık öğrencilerinin hekim dışı sağlık personeli ve kurumda çalışan diğer personelden daha az bir performans geliri alması üretilen hizmetin niteliğine uygun değildir. Çalışmada belirtilen diğer konular ise şöyle:


Uzmanlık Öğrencilerinin Durumu

Esasen hasta üzerinde uzmanlık alanı ile ilgili “tıbbi el atmaya” kanuni bir yetkisi sınırlı olan ve temel amacı “uzmanlık eğitim almak” olan tıpta uzmanlık öğrencilerinin bir eğitim süreci için burada olduğu göz önüne alınarak tümü için eşit oranda ve tatmin edici performans geliri dağıtılmalıdır.


Kurumlar Arası Sevk Paternleri, Kurum İçi Sevkler, Bölümün Hastane İçindeki Durumu ve SGK Uygulamaları

Genel Cerrahi kliniğinin hastaneye kazandırdığı gelir göz önüne alınmak durumundadır. Hastanenin gayrisafi hâsılasına ve yansıyan bilançoya yaptığı katkıya göre genel cerrahi kliniğine ayrı bir katsayı verilmesi uygundur. Uygulamaya geçilen sistemde, 3. basamak hastaneleri tanı ve tedavileri güç olan, ender görülen ya da oldukça kompleks olgulara sağlık hizmeti sunan kurumlardır. Kimi zaman, komplike bazı olguların hastaneye hiç kar ettirmediği veya çok yüksek amortisman ve maliyetle başa baş bir gelire mal edildiği ortadadır. Halihazırdaki nicelik temelli sistem, hastaneleri daha karlı olduğu için bu tip olguların yerine poliklinik hizmetlerine yöneltebilmektedir. Eğitim ve araştırma üreten akademik hastaneler; topluma daha iyi sağlık hizmeti sunan, daha doğru/güncel tedavi uygulayan, daha düşük mortalite / morbiditeye neden olan, daha uzun sağ kalım sağlayan, daha ‘zor’ hasta için daha özel sağlık hizmeti sunan hastaneler olma özellikleri ile çok önemli toplumsal işlevler görürler. Eğitim hastanelerinde sağlık hizmeti bedelinin; eğitim, araştırma, kompleks ve ağır hastalara hizmet gibi çok önemli işlevler nedeniyle diğer hastanelere kıyasla yaklaşık yüzde 25 - 30 daha yüksek olduğu bilinen bir gerçektir.


‘Rekabet’ ve ‘Kar’ gibi Kavramlar Daha Öncelikli Hale Gelecek

Eğitim hastanelerinin görece yüksek faturalarını çekincesiz kabul eden devlet performans sistemi ile bu yaklaşımını terk etmektedir. Bu kurumlarda performans sistemi ile ‘rekabet’ ve ‘kar’ gibi kavramların daha öncelikli hale gelmesiyle eğitim ve araştırma etkinliklerinin çok olumsuz etkilendiği, bununla birlikte üretilen sağlık hizmetinin de niteliğinin değiştiği görülmüştür. Rekabet ve kar gibi kavramların öncelikli olduğu kurumlarda daha çabuk ve daha kolay para kazanılan sağlık uygulamalarına ağırlık verilir. Zor hasta bakımı, özellikli hasta hizmeti/karmaşık sağlık hizmeti gibi akademik merkezleri toplum için vazgeçilmez kılan hizmetler birer birer yok olur. Bunun yerine bu merkezler ikinci hatta birinci basamakta üretilmesi gereken rutin sağlık hizmetlerine, döner sermaye gelirlerini artırmak amacı ile yönelirler. Bu durum, akademik merkezlerin temel niteliğini yitirmesi, ‘butik’ hastanelere dönüşmesi demektir. Bu akademik merkezlerin biyoteknolojik ve insan gücü yatırımı, örneğin, yeni doğan yoğun bakımı, organ nakli, ya da yanık merkezi gibi özellikli alanlar yerine günlük poliklinik hizmetlerine ve laparoskopik ameliyatlar vb. gibi kuruma para kazandıran alanlara kayar. Akademik merkezlerin temel görevlerinden biri olan alanında bilimsel olarak öncü/lider insan yetiştirmek görevi de böyle bir ortamda mümkün olmaz. Tıp fakülteleri hastaneleri özellikli sağlık hizmeti üreten üçüncü basamağın seçkin akademik merkezleri olmak yerine sıradan sağlık hizmetlerinin butik sağlık işletmelerine dönüşmektedir.


Genel Cerrahi ve İlgili Diğer Branşlarda Malpraktis Çekinik Tıbba Yönlendiriyor


Özellikle 3. basamak referans hastanelerde genel cerrahinin olgularının önemli bir kısmı, karmaşık süreçler içinde tedavi edilen kritik olgulardır. Bu olgularda cerrahın “kötü el atma” ve komplikasyon nedeni ile ceza davası ile karşı karşıya kalması olasılığı gün geçtikçe artmaktadır. Yürürlükte olan malpraktis yasası cerrahları biraz da çekinik tıp (defensive medicine) uygulamasına yöneltmektedir. Çekinik tıp; hekimin ceza veya hukuk davalarıyla karşılaşmamak, tazminat ödememek, sigorta poliçe primlerini artırmamak amacıyla aşırı korumacı veya çekingen davranarak tanı ve tedaviye yönelik tıbbi uygulamaları gereksiz kullanması ve malpraktis davası ile sonuçlanma riski yüksek olan uygulamalardan kaçınması olarak tanımlanmaktadır.


Üçüncü Basamak Referans Hastanelerin Yoğun Bakımları ve Kritik Olgular


Üçüncü basamak referans merkezi sayılan bir üniversite hastanesine yandaş hastalığı olan, diğer sağlık kurumlarında çözülememiş sorunları olan, yoğun bakım gereksinimi olan hastaların gelmesi işin doğası gereğidir. Halen, bu tip hastaları tedavi ederek risk alan bölümler, tıbbi ve bazen yapılması bir zorunluluk olan kılavuz ve algoritmalar ile belirlenen bilimsel yaklaşımları uyguladıklarında; hastane kaynaklarının tüketilmesi, yoğun insan kaynağı ve iş gücü harcanması gibi durumlar ortaya çıkarmaktadır. Mali kayıpların daha az olabilmesi için sistemin bütün unsurları tam olarak çalışmak durumundadır. Ne var ki; halihazırda pek çok üniversite hastanesinin “çok daha karmaşık veri kayıt süreci”, çok daha fazla miktardaki ve hesabı çok zor “indirek maliyetler” ve “çok daha karmaşık faturalandırma”, demek olan kritik hasta uğraşındaki gerekli mali başarıyı göstermesi neredeyse imkansızdır. SGK’nın hem ücretlendirme, hem de bir ölçme-değerlendirme referans sorunu olduğu gerçeğini göz önüne alındığında bu tür olguların tedavisindeki olası mali kayıplar başarısızlık olarak algılanmamalıdır. İçinde bulunduğumuz durum, cerrahi kliniklerini bir açmaz içinde bırakmaktadır. Bir tarafta karlılık diğer tarafta ise hasta güvenliği sorununu düşünmek ve her aşamada buna uygun davranmak hekim için hiç de kolay değildir.


Performansta Risk ve Zorluk Oranları


Üniversite döner sermaye işletmeleri döner sermaye yürütme kurulları, kendi maliyet ve risk yönetimleri içinde bu ameliyatlara yeniden risk ve zorluk oranları ve özgün katsayılar belirleyebilmelidir. Oluşturulacak bir katsayı ile yeniden bir değerlendirme yapılabilir. Böyle bir uygulamada hekimlerin yaptırmakta zorunlu oldukları sigortaların risk oranları da kıstas olarak değerlendirmeye alınmalıdır. Yapılan işin riskinin çoğu zaman gelirle orantılı olduğu gerçekliği göz önüne alındığında hem riski yüksek iş yapmak hem de ücretlendirme politikası ve eksiklikleri nedeniyle diğer branşlardan daha az ücret almak durumunda kalan cerrahların bu haksız durumdan kayıtsız kalmaları beklenemez. Bu durumun düzeltmesi gerekmektedir. Cerrahların bu olumsuzluktan daha fazla mağdur olmaması için yasal bir zorunluluk olan sigorta poliçelerindeki risk kategorilerinin performans ödemelerinde dikkate alınması uygun bir yaklaşım olur.


Tıp Fakültelerinde Akademik Kalitede Erime Var


Günümüzde tıp fakültelerinin varlık nedenleri ve misyonları tehlikededir. Bazıları ekonomik olarak ayakta kalmayı başarabilse de temel ilkeler yitirilmektedir. Başlangıçta piyasalaşmaya proaktif yaklaşan akademisyenler gelinen noktada akademik kalitedeki erimeden son derece rahatsızlardır. Günümüzde öğretim üyelerinin pek azı eğitici ve mentor olarak kullanılabilir durumdadır. Öğretim üyeleri klinik iş yüküne boğulmuş; daha çok ödeme yapan hastalara hizmet etme yarışı içindedirler.


En İyi Vizitin ‘En Kısa Vizit’


Öğretim üyesinin üretkenliği kuruma kazandırdığı para ile ölçülmektedir. Ödeme gücü olmayan hastalara yapılan hizmet değerlendirme dışı bırakılmıştır. 1980’lerde hastaların hastanede ortalama yatış süresi 10-12 gün iken günümüzde bu 3-4 güne düşmüştür. Hasta bakımında hız en önemli unsur haline gelmiştir. Öğrenci aktif katılımcı değil pasif gözlemci durumundadır. Temel bilgi ve becerilerin bu hız ortamında kazanmaları çok güçleşmiştir. Hastaneye yatmadan önce tanısı konmuş ve tedavi planı yapılmış bir hasta üzerinde öğrencinin problem çözme becerileri geliştirmesi olanaksızdır. Hastaların tanı ve tedavi süreçleri bir bütünlük içinde izlenememektedir. Çalışma ve eğitim ortamı çok ticarileşmiş durumdadır. Hastaların müşteri olarak kabul edildiği, en iyi vizitin ‘en kısa vizit’ olduğu, sürekli para kaynaklarının kısıtlılığı ve para kazanma yollarının konuşulduğu bir ortamda öğrenci (ve de asistanlarda) doğru tutum ve davranış geliştirilebilme olanağı kalmamıştır.


Sterotipik Yaşam Tarzı - Tükenmişlik Sendromu


Nöbet sistemi ve icapçılık sisteminin insan yaşantısı ve aile düzeni üzerinde olumsuz etkileri olduğu pek çok araştırma ile ortaya konmuştur. Artık bunun bir meslek hastalığı olduğu ve sterotipik bir hayat tarzının tükenmişlik sendromu yaptığı bilinir. Klinik tıp disiplinleri içinde en çok tükenmişlik sorunu yaşayan bölümler, sık nöbet tutan ve geceleri ikide bir yapılan ameliyatlar nedeniyle normal yaşantısı olamayan cerrahlar ve acil hekimleridir. Ülkemizde, halen acil tıp, göğüs cerrahisi, beyin cerrahi, genel cerrahi gibi bazı tıp disiplinleri daha kolay ve risksiz yaşam tarzı arzusu nedeniyle tercih edilmemektedir. Bu bağlamda iş yükünün ağır, çalışma yaşamının stresli, nöbet ve acil ameliyatlar nedeniyle düzensiz/kontrol dışı bir yaşam sunan genel cerrahi alanının başka önlemlerle cazip kılınması gereklidir.


Genel Cerrahi Kliniklerinde Usta Çırak Eğitimi


Performans uygulaması, cerrahi branşlarda yaklaşık bir yüz yıldır uygulanan usta çırak şeklindeki eğitimi bozmamalıdır. Eğitim kliniklerinde kıdem, bilimsel liyakat ve volümle (aynı ameliyatı kaç defa yapmış) bağlantılı olarak ve yapılan ameliyatların zorluk derecelerine göre bunların nasıl yapılacağı konusu değişiklikler gösterir. Yüz yıldan fazladır oluşan bilgi birikimi, bu ameliyatların hastalara zarar verilmeden nasıl öğretileceği konusunda çok önemli kural, tutum ve davranışların gelişmesine neden olmuştur.


Kritik Hastaların Ameliyat ve Yoğun Bakım Takipleri


Genel Cerrahi Kliniğindeki yoğun bakım gereken hastalarını yoğun bakımda kendilerinin yönetmelerine imkan tanınmalıdır. Genel cerrahide hastalar ameliyat veya bir tedavi öncesi aydınlatırken, hastalarla bütün süreç için görüşülür ve yazılı olarak bir aydınlatılmış onamları alınır. Bu onam sürecin ameliyatı yapacak ve tedaviyi üstlenmiş cerrahın sorumluluğunda tamamlanmasını garanti etmektedir. Genel cerrahinin kritik olgularında ameliyat sürecinin başarısı postoperatif ilk hafta ile çok ilgilidir. Genel cerrahlar için; yetki-sorumluluk ve vekalet alma bakımından, postoperatif dönemdeki hastalar yoğun bakım sorumluluğu makamına devredilip müdavi hekim düzeyinden konsültan hekim düzeyine inmeleri uygun değildir. Bu hastalar ile ilgili ortaya çıkabilecek diğer tıbbi yardım ve diğer gereksinimler için konsültasyon mekanizması vardır. Bu nedenle ülkemizde az sayıda üniversite hastanesinde olan genel cerrahi kliniklerinin sorumluluğunda, cerrahi hastaların takip ve tedavi edildiği cerrahi yoğun bakım ünitelerinin açılması ve genel cerrahlar tarafından idamesi çok gereklidir. Doğal olarak bu tür servislerde üretilen kritik ameliyatların, acil cerrahi, travma, yanık vb hastalıkların tanı izlem ve tedavilerindeki hizmetler ile ilgili geri ödemelerinin genel cerrahi uzmanına yapılması uygun olur. Diğer bir deyişle: tıbbi el atma için vekâlet ve sorumluluk kimde ise performans gelirinin ona yansıtılması gerekmektedir.


Üniversitelerde Performans Kurulları ve İlgili İdari Akademik Yapılanma


Üniversite içindeki hukuk, işletme, bilişim gibi diğer fakültelerin de desteklediği akademik desteği de olan yeni bir informatik yapılanması oluşturulmalıdır. Bu idari - akademik birim rutinin yanı sıra, AR-GE çalışmasında bulunmalı ve performans ile ilgili her türlü bilgiyi üretmelidir. Kısa dönemde, bundan sonraki yapılanma içinde bir “performans kurulu” oluşturulmalıdır. Performans kurulu döner sermaye yürütme kuruluna bağlı olarak görev yapmalıdır. Kısa vadede performansların gelirlerinin uygulama esaslarını oluşturmalı ve sistem ile bölümlere ve bağlı bulunduğu idari yapıya “SWOT” analizlerini yapabilmelerine olanak sağlayacak veriyi sunabilmelidir.


Performans Anketinden “Tedirginlik” Yanıtı Çıktı


“Performansa Dayalı Ödeme Sistemi Değerlendirme” anketi, 413 genel cerrahi uzmanı ve araştırma görevlileri tarafından cevaplandırıldı. Anket sorularından “Performansa dayalı ödeme sisteminin iş yükü (poliklinik, ameliyat vb..) sayısını artırdığını / artıracağını düşünüyor musunuz?” sorusuna yüzde 61.74’ü “evet” dedi. Yani ankete katılanların yüzde 62’si performansa dayalı ödeme sisteminin iş yükünü artırdığını/artıracağını düşünmektedir. Başka bir soruya ise “Performansa dayalı ödeme sisteminde kurumunuza sevk edilen/edilecek komplike hasta sayısında artış olduğunu /olabileceğini düşünüyor musunuz?” yüzde 54.72’si “evet” diyerek, komplike hasta sayısında artış olduğunu /olabileceğini ifade etmektedir. “Performansa dayalı ödeme sisteminden sonra uzmanlık öğrencilerinin/tıp fakültesi öğrencilerinin/akademik üretimde eğitim programında aksama olduğunu/olacağını düşünüyor musunuz?” sorusuna yüzde 77.72’si evet, yüzde 13.56 ve yüzde 5.81’i fikrim yok sonucu çıktı. Ankete katılanların önemli bir kısmı performansa dayalı ödeme sisteminin eğitim ve öğretim faaliyetlerini aksattığını/ aksatacağını düşünmektedir. “Performansa dayalı ödeme sisteminin kliniğinizdeki akademik liyakata/kıdeme dayalı çalışma düzeninde bozulmaya sebep olduğunu/olacağını düşünüyor musunuz?” sorusuna yüzde 77 “evet” yanıtı geldi.

25 Mart 2011 Cuma

POLİKİSTİK OVERLİ HASTALARDA KARDIYOVASKÜLER RISK NEDİR?


Polikistik over sendromlu hastalarda kardiyovasküler riskin artıp artmadığı ile ilgili araştırma yaptıklarını kaydeden Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı öğretim üyesi Doç. Dr. Murat Sönmezer, çalışmada genç ve zayıf polikistik over sendromlu hastalarda artmış kardiyovasküler risk göstergesi olan serum Monosit Kemoatraktan Protein-1 (MCP-1) düzeylerinin aynı yaşta ve benzer vücut kitle indeksine sahip olan hastalara göre arttığını saptadıklarını belirtti.


Polikistik over sendromu (PCOS), adet düzensizlikleri, hirşutism ve androjenlerde yükseklik ile belirti veren üreme çağındaki kadınlarda en sık gözlenen endokrin bozukluktur.Bu bozukluk sıklıkla artmış kardiyovasküler risk ile ilişkili olanhipertansiyon, kan lipidlerinde kötüleşme, diyabet, bel çevresinde artış, obezite ve metabolik sendrom ile ilişkilidir.Hastalık, ultrasonografide çok sayıda küçük kistlerle teşhis edilebiliyor.


Kardiyovasküler Açısından Bir Risk Faktörü Olan Serum MCP-1 Düzeyleri Araştırıldı


Bütün bunların polikistik over sendromlu hastaları genç yaştan başlayarak artmış kalp ve damar hastalıkları riski ile karşı karşıya bıraktığını dile getiren Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı öğretim üyesi Doç. Dr. Murat Sönmezer bu alanda yaptıkları araştırma hakkında, Sağlık Dergisi Yazı İşleri Müdürü Esra Öz’e bilgi verdi. Doç. Dr. Sönmezer, “Dünyada ilk kez bu hasta grubunda araştırılan bir belirteç ile genç ve zayıf olan polikistik over sendromu kadınların da kalp damar hastalığı riski açısından yüksek risk taşıyıp taşımadığını araştırdık. Çalışmamız “Fertility and Sterility” Dergisinin Ocak 2011 sayısında yer aldı. PCOS hastalarında CRP ve fibrinojen gibi erken vasküler hasar ile ilgili bazı özel belirteçlerde de artış izlenebilir. Koroner arterlerde kalsifikasyon ve artmış koroner arter duvar kalınlığı gibi bulgular da erken yaşlardan başlayarak ortaya çıkabilir. Son zamanlarda yapılan bazı çalışmalarda da Monosit Kemoatraktan Protein-1 (MCP-1) düzeylerinin PCOS hastalarında da arttığına yönelik bazı bulgular izlendiği, ancak PCOS hastalarında izlenen bu artmış kardiyovasküler risk obezite ile mi ilişkilidir, yoksa zayıf PCOS’lu hastalarda da bu risk var mıdır bilinmemektedir. Obez hastalarda sıklıkla var olan insülin direnci ve glukoz intoleransı artmış kardiyovasküler risk ile ilişkilendirilebilir. Ankara Üniversitesi’nde gerçekleştirilen bu çalışmada, kardiyovasküler açısından bir risk faktörü olan serum MCP-1 düzeylerinin aynı yaş grubunda ve aynı vücut kitle indeksine sahip olan zayıf ve genç hastalarda artıp artmadığı araştırıldı. Çalışmada Roterdam kriterlerine göre PCOS tanısı konulan 48 hasta ile normal ovulasyona sahip 36 hasta karşılaştırıldı. Hastaların demografik ve hormonal özellikleri değerlendirilerek, serum LH düzeyleri ve total Testosteron PCOS’lu hastalarında daha yüksek olduğu tespit edildi. Serum MCP-1 ve CRP düzeyleri PCOS grubunda kontrol grubuna oranla anlamlı yüksek olarak saptandı. Serum HDL düzeyler PCOS hastalarında daha düşük olduğu bulundu” dedi.


“Polikistik Over Sendromulularda MCP-1 Düzeyleri Diğerlerine Oranla Düşük”


Çalışmada polikistik over sendromuna sahip, ortalama yaşları 26 olan 48 hasta, aynı yaş grubunda ve aynı vücut ağırlığına sahip 36 sağlıklı kadın ile karşılaştırıldığını belirten Doç. Dr. Sönmezer şunları kaydetti: “Çalışmada dünyada ilk defa, damar duvarında bir hasar olduğunda bunu ilk gösteren belirteçlerden biri olan MCP-1 (monocyte chematractant protein 1) düzeyleri araştırıldı. Polikistik over sendromuna sahip olan hastalarda MCP-1 düzeyleri sağlıklı kadınlara oranla belirgin olarak düşük saptandı. Yani, polikistik over sendromlu hastaların zayıf ve genç dahi olsalar artmış kalp damar riski ile karşı karşıya kaldıkları saptandı.”


“Zayıf ve Genç Hastalarda da Kalp Damar Hastalıkları Riski Söz Konusu”


Obez polikistik over sendromlu hastalarda kalp damar hastalıkları riskindeki artışın zaten uzun zamandır bilindiğini hatırlatan Doç. Dr. Sönmezer, ancak zayıf ve genç hastalarda da aynı yüksek riskin söz konusu olabileceğini ilk defa böyle bir belirteç kullanarak saptadıklarını belirtti. polikistik over sendromunun tam bir tedavisinin bulunmadığını Doç. Dr. Sönmezer ayrıca bu hastaların özellikle egzersiz programları ve yeme alışkanlıkları konusunda daha dikkatli olmaları gerektiğinin de altını çizdi. Obez hastaların yüzde 5-10’u kilo vererek adet düzenini sağlayabileceklerini belirten Doç. Dr. Sönmezer, “Bu hastaların önemli bir kısmında kalp ve damar hastalığı riskini belirgin olarak arttıran insülin direnci de saptanıyor. Bu direnci kırmak açısından uzun dönemli insülin duyarlılığını arttıran ilaçların yararı ile ilgili çalışmalar devam ediyor” diye konuştu.

“KANSER VE ETİK”

Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Etiği ve Tıp Tarihi Anabilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Nesrin Çobanoğlu, tıp uygulamalarında “Kanser” hastalığının oluşumuna yol açan etkenlerden, saptanma yöntemlerine, tanısının kim tarafından söyleneceğinden, tedavi sürecine ve terminal dönemdeki hastaların ölüm biçimlerine kadar çok önemli etik ikilemler hakkında Sağlık Dergisi’ne açıklamalarda bulundu.

“Kanser ve etik” konusunda, toplumsal, siyasal ve ekonomik boyutları olan, tıbbın tüm uzmanlık alanlarını ilgilendiren bir hastalıkla ilgili değer sorunlarından söz ediliyor. Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Etiği ve Tıp Tarihi Anabilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Nesrin Çobanoğlu, kanser olgusunun tıp etiği açısından tedavi sürecinde hekim – hasta ilişkisinde yansımalarına dikkat etmek gerektiğini söyledi.

Tıp Etiği Açısından Kanser
Kanser hastaları için geçmişte “kanser” tanısı eşittir “ölüm” gibi algılandığını kaydeden Doç. Dr. Çobanoğlu, günümüzde bilimsel teknolojik gelişmelerin yansımasıyla, bu algılamanın kısmen değişse de hala sürdüğünü dile getirdi. Hastanın organik rahatsızlıkları yanında, kanser tanısıyla psikolojik açıdan da olumsuz etkilendiğini hatırlatan Doç. Dr. Çobanoğlu konu ile ilgili şu bilgileri verdi: “Hastanın algılaması açısından durum böyleyken, sigorta şirketleri de kanser hastalığı tanısı almış bireylere sağlık sigortası yapmayı reddederler. İşe alınma ölçütleri açısından da bu hastalık bir istenmeme nedeni olabilir. Kanser hastalığının tedavisinin çok yönlü olması interdisipliner çalışmayı gerektirirken, maliyetinin yüksekliği nedeniyle ekonomik boyutları da gündemdedir. Toplumun sağlık sisteminin kanser hastası bireye yansıma biçimi de hekim – hasta ilişkisini çok yönlü olarak etkiler.

Kanserde Multidisipliner Yaklaşım Şart
Kanser farklı uzmanlık alanlarının interdisipliner çalışmasının gerekli olduğu bir hastalıktır. Kanserin görüldüğü organ ve dokuların yapısının farklılıkları yanında, tedavi uygulamalarının farklılığı da kanserli hasta-hekim ilişkisine yansır. Bu bağlamda günümüzde Onkoloji hastaneleri ya da Onkoloji Enstitüleri kurulur. Bu tür kurumlarda, cerrahi, patoloji, psikiyatri, radyasyon onkolojisi gibi alanların bir arada çalışması yanında Medikal Onkoloji alanı gibi disiplinler doğrudan kanser hastalıkları ile ilgilenir. Bu bağlamda Cerrahi Onkoloji ve Medikal Onkoloji açısından kanserli hastalarla karşılaşan hekimlerin yaklaşımları önem arz ediyor.

Cerrahların Kanser Hastalarına Yaklaşımı Nasıl Olmalı?
Özellikle kanser ve cerrahi gibi tıbbın hassas bir hastalık konusunun, cerrahi gibi özel bir disiplinde yansıması birçok etik sorun kümesi oluşturuyor. Cerrah, bilimsel etik, sanat ve klinik uygulamasında etik konularında hastasına, meslektaşlarına ve kendine karşı sorumluluk duymalıdır. Uygulamalarında hastasına ve kendine karşı sorumluluklar taşır. Bir doku ya da organın alınması kararında optimum dengeyi yakalama yetisine sahip olmalıdır. Kanser hastaları ile iletişimde zaman zaman hekimin bireysel sorumluluk düzeyini aşan bazı ikilemler söz konusu olabilir. Hastane ortamında hastanın kendisi ya da ailesiyle, iç ve dış kurumsal ilişkilerde, hastanın tedavi maliyetinde, kanserli hastalarla yapılacak araştırmalarda, tedavinin sürdürülmesinde gibi yaşanan bazı sorunların ve etik ikilimlerin çözüm yeri hastane etik kurullarıdır.

Kanser Hastalarını Aydınlatma Nasıl Olmalıdır?
Hekim hastasını, hastalığı hakkında bilgilendirmekle yükümlüdür. Bu bilgilendirme açık, anlaşılabilir bir dille, hastanın kültür düzeyine uygun biçimde ve sevecen bir yaklaşımla anlatılmalıdır. Hekim yargılayıcı değil hastalık hakkında bilgilendirici olmaya özen göstermelidir. Her hastanın yaşamı ile ilgili hastalığı hakkında bilgilenme hakkı vardır. Yaşamını buna göre biçimlendirecektir. Hastanın tedavisini üstlenen hekimin, hastalıkla ilgili açıklayıcı bilgileri vermesi en uygun yaklaşımdır.

Hastaya, Hastalığı İle İlgili Bilgi Verilmesi Uygun mudur?
Bazen toplumumuzda kanserli hastanın yakınları gerçeğin söylenmemesi konusunda hekime baskı yaparlar. Öncelikle hastanın doktoru olduğumuzu unutmamalıyız. Bununla birlikte bazen hastanın gerçekleri öğrenmek istemediğine de tanık olabiliriz. Burada hastanın hastalığını anlayabileceği biçimde ifadeler kullanılmasına karşın hasta, “kanser” sözcüğünü duymak istemeyebilir ve bunu da davranışları ile belli eder. Bu çok ince ve hassas bir ayrım noktası olmakla birlikte, özellikle “klinik duyu” dediğimiz hekim duyarlılığı geliştikçe daha kolay anlaşılabilen bir durumdur. Bu durumda hastanın “bilmek istememe” hakkına da saygılı olmak gerekir. Bu konuda uygun olan hekimin tek başına karar vermeyerek, etik kurul gibi bir kurula danışması ve tartışılarak uygulamaya yansıtılmasıdır. Hasta yeteri kadar bilgilendikten sonra kendisiyle ilgili olarak bağımsız düşünüp karar verebilme ve bu karar doğrultusunda eylemde bulunma yeterlik ve yetkinliğine sahipse, özerklik ilkesi gündemdedir. Özerklik ilkesinin yaşama geçirilmesinde hekim-hasta arasındaki bilgisel eşitsizliğin gereken oranda giderilmesi ve hastanın düşünüp, karar verip kendisi için uygun gördüğü eylemi uygulayabilmesi gereklidir. Hekim, bilgilendirdiği hastasının alacağı tıbbi kararların yaşama geçirilmesi ve hastanın tedavi sürecinde kararlara katılımına bu ilke doğrultusunda davranarak olanak tanımalıdır.

Her Tür Koşulda Hasta Yararına Öncelik Verilmelidir
Yararlılık İlkesi, hekimlik uygulamalarında hasta bireylerin yararını artırmaya yönelik eylemler olarak, “her tür koşulda hasta yararına öncelik verilmelidir” biçimde yükümlülük konumuna getirilerek yararlılık ilkesine dönüştürülmüştür. Bu ilke, mutlak yararlı olmak ve yararla zararın dengelenmesi olarak iki altkümede değerlendirilebilir. Son yıllarda önemleri artan hasta hakları ve aydınlatılmış onam kavramları ve hastanın özerkliğine saygı ilkesiyle hekim tarafından değerlendirilen yararlılık ilkesi zaman zaman çatışmaktadır.

Hemşireler Özerklik, Doktorlar Yararlılık İlkesini Uygulamaya Yatkın
Hekimler bilgisel üstünlükleri nedeniyle özerklik ilkesini, yararlık ilkesi lehine göz ardı edebilmektedirler. Yapılan bir araştırmada hekimler ve hemşirelerin yararlılık ve özerklik kavramını algılayış ve klinik uygulamalarında yer verme anlamında öncelikle kişisel karakter özelliklerinin daha çok belirleyici olduğu, bununla birlikte mesleki olarak da farklılık içeren biçimde davrandıklarını saptamışlardır. Hemşireler özerklik, doktorlar yararlılık ilkesini uygulamaya yatkın bulunmuşlardır.

Hekimin Sır Saklama İlkesi Hukuki Bir Zorunluluk
Sır Saklama İlkesi Hipokrat andında da belirtilen sır saklama ilkesi, Türk Tıbbi Deontoloji Tüzüğü’nde de vurgulanmıştır. Hastalığın ortaya çıkarılmasında hastanın vereceği bilgiler önemlidir. Hekimin sır saklama ilkesi Medeni Kanunun 24-25. Maddeleri gereği hukuki bir zorunluluktur. Ayrıca, Türk Ceza Kanunu’nun 198. maddesinde de hekimin sır saklama ilkesi cezai yaptırımı olan bir yükümlülük olarak tanımlanmıştır. Bu etik ilke, kanser hastaları açısından aynı zamanda deontolojik ve yasal bir yükümlülüktür.

Bir Cerrah Yaptığı Ameliyatın Büyüklüğü İle Değil, Küçüklüğü İle Övülmelidir
Alman atasözünde dediği gibi “ Bir cerrah yaptığı ameliyatın büyüklüğü ile değil, küçüklüğü ile övülmelidir.” Bu bağlamda yarar ve zararın dengelenmesi ameliyat edilecek organ ve dokularda sınırların optimum düzeyde belirlenmesi cerrahın başarısının ölçütü olacaktır. En az zarar vererek en yüksek yararı elde etmeyi hedeflemelidir.

Araştırmalara Göre Hastalara Yapılan Bilgilendirmeler Yetersiz
Günümüzde hastalara hastalıkları ile ilgili açıklama yapılıyor. Hastaya doğrunun söylenmesi hekim-hasta ilişkisinde güven ilişkisi açısından önemlidir. Ancak araştırmalar göstermiş ki hastalara yapılan bilgilendirmeler yetersiz oluyor. Hastalar, hastalıkların nedenlerini ve ne olduğunu biliyorlar, öğreniyorlar ancak prognozları ile ilgili yeterli bilgi alamıyorlar. Bunun nedeni olarak da hekimlerin hastalığın prognozu ile ilgili güvenilir bilgi verememesi gösteriliyor. Araştırmaya göre hekimlerin yaptığı tahminlerin 1/5’in doğru çıkıyor. Tıp etiği açısından prognoz hakkında mümkün olduğunca rakamsal ifadelerle konuşmamak tercih ediliyor. Hastanın “sadece sayısal bir değer olmadığı” unutulmadan, güvenilir bilgi sunulmalıdır.

Hastaya Operabl ve İnoperabl Durumları Nasıl Söylenmelidir ?
Kötü haberi verirken temel iletişim kurallarına dikkat edilmelidir. Görüşme sırasında hastasını tüm korkuları, duyguları, gereksinimleri ve istekleri ile kabul eden, onu bir hasta veya hastalık olarak değil bir insan olarak gören, bilgilendirme ve bilgi almada rahat ve aceleci olmayan bir doktorun hastasıyla iletişimi tüm hastalık sürecinde başarılı olacaktır. Cerrah, kanser hastalarına operabl durumda tanıyı ve yapılacak ameliyatı onun anlayabileceği bir dille, açık biçimde anlatmalıdır. Hastalar, uygulanacak tedavi yöntemi ile hastalıktan tamamen kurtulup, kurtulmayacaklarını sorduklarında, kesin garanti vermeyip, inancının bu yönde olduğunu, garanti vermeden, hastayı umutsuzluğa düşürmeden açıklamalıdır. Operasyon İnoperabl hastalarda daha güç olmakla birlikte, hastalıklarının adını başka birinden değil, uygun biçimde hekimden duymaları daha doğru bir yaklaşım olabilir. Ancak “Sizde kanser var. Ameliyat zamanı da geçmiş!” biçiminde değil, kanserin pek çok türü olduğunu, kimi türlerinin ameliyata gerek kalmaksızın başka yöntemlerle kurtulduğunu, gereksiz yapılacak ameliyatın zararlı olabileceğini, gerekirse ileride yine ameliyat olabileceğini anlatmak gerekir. Böylece hasta kendisinden bir şey saklanmadığı için güvensizlik duymayacak, böylece, ilerde palyatif bir ameliyat gerekirse “Hani bana ameliyat yapılmazdı?” sorusu zihninde oluşmayacaktır.

Ulusal Tıbbi Etik Proje Yarışması
“Kanser ve Etik” konusunu tüm boyutları ile tartışmak amacı taşıyan ve gelecek kuşakların bu ikilemli konuları çözmelerine olanak sağlayacak dinamik bir süreci paylaşmak istiyorum. Çevre etiğinden, tıp etiğine uzanan bir uygulamalı etik çerçevesinde tartışılabilecek yönler içeren konumuzun tüm yönlerini kapsayan bir yarışma planladık. Tıp fakültesi öğrencilerinin tıbbi etik sorun kümeleri hakkında farkındalıklarını artıracak ve çözümleme becerilerini geliştirecek bu yarışmanın ana teması “kanser ve etik” olacak. 2. Ulusal Tıbbi Etik Proje Yarışması geçen yıl olduğu gibi Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Etiği ve Tıp Tarihi Anabilim Dalı tarafından düzenlenecektir. Ana konusu “Kanser ve Etik” olan yarışma 29 Nisan 2011 tarihinde Ankara’da yapılacaktır. Yarışmaya son katılım tarihi 18 Şubat 2011’dir.”

24 Mart 2011 Perşembe

“HİÇBİR İLAÇ İNSAN VÜCUDUNDA 30 YIL KALMIYOR”

Sağlık Hizmetlerinde Ödeme Yöntemleri Sempozyumu, 17 – 18 Şubat 2011 tarihleri arasında Ankara’da gerçekleştirildi. “Türkiye'de Tıbbi Malzeme ve Cihazların Ödenmesi: Problemler ve Çözüm Önerileri” panelinde tıbbi cihaz sektöründe yaşanan sorunlar ve çözüm yolları ele alındı. Toplantıda konuşan Mustafa Daşçı, “Hiçbir ilaç insan vücudunda 30 yıl kalmıyor” sözüyle tıbbi cihaz ürünlerinin önemini vurguladı.

Sağlık Ekonomisi ve politikası ile ilgili konular ve uygulamalar, Türkiye'de diğer birçok ülke ile karşılaştırıldığında gündeme geç gelen konular olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye 2003 yılında uygulamaya geçen “Sağlıkta Dönüşüm Programı” ile sağlık hizmetlerinin hem sunumunda hem de finansmanında çok önemli değişikler gerçekleştirildi. Yaşanan süreç sağlık hizmetlerinin kullanımı ile ilgili birçok değişikliğin ortaya çıkmasına neden olduğunu dile getiren Sağlık Ekonomisi ve Politikası Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Mehtap Tatar, “Bu sempozyumu düzenleme nedenimiz dönüşüm sürecinde hem hizmet sunucusunun hem de hizmeti kullananların davranışlarını önemli ölçüde etkileyen ve sağlanan hizmetlerin miktarı ile kalitesinin önemli bir belirleyicisi olan ödeme yöntemlerinin hem global hem de sektörel bakış acısı ile ele alınması ve tüm taraflarca ayrıntılı bir şekilde tartışılmasıydı. Kamu ve özel hastaneler, ilaç firmaları, tıbbi malzeme ve cihaz üreticileri, akademisyenler, Sağlık Bakanlığı ve Sosyal Güvenlik Kurumu temsilcileri olmak üzere yaklaşık 150 kişi katıldı” dedi.


2012 yılı Kasım ayında “1. Saglik Ekonomisi Kongresi”


Sempozyumda öncelikle sağlık hizmetlerinde ödeme yöntemlerinde dünyadaki ve Türkiye’deki durumun ele alındığını kaydeden Tatar şunları söyledi: “Global durum Prof. Dr. Peter Beman (Dünya Bankası) tarafından Türkiye’deki durum ise benim tarafımdan sunuldu. Daha sonra hastanelere ödeme yöntemlerinde global durum Prof. Dr. Alistair McGuire (London School of Economics), Türkiye’deki durum ise Dr. Mehmet Demir tarafından tartışıldı. Üçüncü oturumda ilaca ödeme yöntemlerinde global durum Prof. Dr. John Hutton (York Universitesi) Türkiye’deki durum ise Prof. Dr. Bülent Gümüşel (Hacettepe Üniversitesi) tarafından tartışıldı. Tıbbi malzeme ve cihaz ödemelerinde ise global durum Dr. Ann-Marie Chapman (GE) Türkiye’deki durum ise Dr. Hüseyin Özbay (SGK) tarafından sunuldu. 2012 yılı Kasım ayında “1. Sağlık Ekonomisi Kongresi” hazırlıklarımızı sürdürüyoruz. Sempozyum sunumlarına www.sepd.org.tr adresinden ulaşılabilir.”


Türkiye’de Tıbbi Malzeme ve Cihazların Ödenmesi


“Türkiye’de Tıbbi Malzeme ve Cihazların Ödenmesi: Problemler ve Çözüm Önerileri” panelinin moderatörlüğünü Prof. Dr. Metin Çakmak yaptı. Toplantıda medikal sektördeki ürünlerin çeşitliliği ve denetlenmesi üzerinde duruldu. İlaçlara uygulanan yöntemin tıbbi cihazlarda da uygulanması istendi.


İlaçta Ruhsatlandırma olan, Tıbbi Cihazda “Uygunluk Değerlendirmesi”


Sağlık Bakanlığı İlaç ve Eczacılık Genel Müdürlüğü Biyomedikal Daire Başkanı Dr. Bilgehan Karadayı sunumunda şunlara değindi: “Tıbbi cihazlarla ilaçlar arasında, kullanım amacına baktığımızda bir fark yok. Tıbbi cihazların sakatlığı azaltmak, etki mekanizmasından kaynaklanıyor. Tıbbi cihazda bu etki farmakolojik ve immunolojik etki göstermeyecek. Mekanik fiziksel etkilere dayanarak yapılacak. Bu etki mekanizmasından dolayı farklar buradan ortaya çıkıyor. İlaca göre daha çeşitli ürün grupları var. İlaçta ruhsatlandırma, tıbbi cihazda “uygunluk değerlendirmesi” ile yapılıyor. İlaçta ruhsatlandırmayı kamu yapıyor. Tıbbi cihazda ise kamu doğrudan yapmıyor. ABD’de kamu yapıyor, ancak Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde bu şekilde değil. Tıbbi cihaz mevzuatımız tamamen AB’ne paralel. Tıbbi cihaz olarak AB’ne girmiş durumdayız. Avrupa’da bulunan kuruluşlar uygunluk değerlendirmesini yapıyorlar.”


“Gideri Azaltıp, Maliyeti Etkin Çözümler Üretenler Ayakta Kalacak”


Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Nükleer Tıp Anabilim Dalı Öğretim üyesi Prof. Dr. Erkan Derebek : “Sağlıkta Dönüşümü Sistemini algılamak, planlamak, yönetmek, etkilemek ve adaptasyon gerekir. Bütün dünyada ulusal boyutta sağlık harcamalarının artmış olması temel baskı unsurudur. Bunun getirdiği hizmet bazlı kalemlerde artık hangi hizmeti üretirseniz üretin size, ödeyeceğimiz rakam belli bir rakamdır. Kurumlar daha çok gelirlerini arttırmaya yönelik çalıştı. Onda da belli bir noktaya gelindi. Bundan sonraki süreçte gideri azaltacak, maliyeti etkin çözümler üretmek durumunda kalacağız. Bunu başarabilenler bu sistemde ayakta kalanlar olacak. Sağlıkta dönüşüm sürecinde tıbbi cihaz ve ilaçla ilgili “Sağlıkta Dönüşüm” programında belirtilen hedeflerin başında olmasına rağmen henüz daha ortalarında. İlaç ile tıbbi cihaz aynı olmayabilir. Teknoloji değerlendirme veya ruhsatlandırma olsun, özellikle seçilmiş tıbbi cihaz grupları belli bir denetimden geçmek zorunda. Fiyatlandırma ilaçtan farklı olarak, ana sistematik aynı fakat sorunlar daha karmaşık burada, ilaçtaki sürecin tıbbi malzemede de en azından aşama olarak birbirine benzemesi gerekiyor. Kendine özgü farklılıklar olacaktır. Fakat aynı çatı altında aynı süreçlerden geçen bir yapının kurulması gerekiyor. Serbest piyasa koşullarında ele alınacak olan serbest piyasa koşulları olmalı. Kamu İhale Kurumunun tıbbi malzemeleri hastane tarafından temin edilmesinde, ihale yoluyla almak zorunluluğu vardı. Bu kaldırıldı ve doğrudan teminle alımlar başladı. Geri ödemeyle ilgili ciddi sıkıntılara yol açtı.”


“UBB Verilerine Göre Ülkemizde Toplam 3 Bin 315 Firma Faaliyet Gösteriyor”


Tıbbi Cihaz Üreticileri Derneği (TÜDER) Başkanı Mustafa Daşcı: “Tıbbi cihaz sektörü, içerisinde bir çok mühendislik alanını aktif olarak barındıran, stratejik öneme sahip, 200 Milyar Avro gibi muazzam bir büyüklükte ekonomik pazarı bulunan bir sektör. Tıbbi uygulamaların, dolayısıyla teşhis ve tedavinin vazgeçilmez bir unsuru. Ulusal Bilgi Bankası (UBB) verilerine göre ülkemizde toplam 3 bin 315 firma faaliyet gösteriyor. Bunların bin 841’i İthalatçı 750’si ise üretici. Toplam firma sayısı 3315, İthalatçı firma sayısı bin 841ve üretici firma sayısı 750’dir. Üreticilerin 182’si KOBİ düzeyinde orta ölçekli firmalardır. Bu üreticilerin sadece bir kaçı büyük ölçeğe sahip olup diğer firmalar ise küçük ölçekli firmalardır.


Türkiye’de Tıbbi Cihaz Sektörü


Pazar Hacmi 2 Milyar Dolar, İthalat rakamları 2010 yılı verilerine göre 1 Milyar 800 Milyon Dolar iken, ihracat rakamları şöyle;

2007 - 166.1 Milyon Dolar

2009 - 187.1 Milyon Dolar

2010 - 200 Milyon Dolar

Bu rakamlardan da anlaşıldığı üzere Türkiye Tıbbi malzeme ve cihaz ihtiyacının yüzde 80’nini dışarıdan karşılıyor.


Tıbbi Cihaz Sayımız Yeterli mi !


Üniversite hastaneleri başta olmak üzere bazı devlet hastanelerinde MR, Tomografi ve bazı testler için 10 gün ve 1 ay sonrasına gün verildiğini görüyoruz. Teşhise yönelik bu süreler tedavi sürecini olumsuz etkiliyor. Sağlık Bakanlığının gayretleri neticesinde bu konuda önemli ilerlemeler kaydedilmiş olmasına rağmen, gelişmiş ülkelere göre yeterli Tıbbi cihazımız olduğunu söyleyemeyiz. Tıbbi Görüntüleme Teşhis ve Tedavi Teknolojileri Derneği’nin yapmış olduğu araştırmaya göre, Türkiye’de kişi başına düşen cihaz sayısı Batı Avrupa’daki gelişmiş ülkelerin yarısı hatta üçte biri kadar. 1 Milyon nüfusa düşen radyoterapi cihazı sayısı 2005 yılı verilerine göre radyoterapi sayıları ile ilgili verilere bakacak olursak. OECD ortalaması 6.2. Türkiye ortalaması ise 2.7 olarak görüyoruz.


Geri Ödemelerde Yaşanan Sorunlar


Tıbbi cihaz sektörünün en önemli sorunların başında geri ödemelerde yaşanan gecikmeler geliyor. Sağlık Bakanlığı’nın bu konu üzerinde iyi niyetle çalıştığını görüyoruz. Bakanlık devlet hastanelerinde firma ödemelerinin 90 günlük bir zaman diliminde yapılmasını istiyor ve bunu yönetici performansı için bir değerlendirme unsuru olarak ele alıyor. Birçok devlet hastanesinde bu sürelere riayet edilirken, bazı devlet hastanelerinde yönetim yetersizliği, düzgün faturalanma yapılmaması neticesinde ekonomik sıkıntıya girilmesi, firmalara ödenecek paraların, inşaat, bakım, onarım gibi işlere harcanması, öncelik sırasında firmaların sonlarda yer alması sıkıntı yaratmaya hala devam ediyor. Tıbbi Cihaz üreticileri geri ödeme konusunda en fazla üniversite hastaneleri ile sıkıntı yaşıyor. Firmaların üniversite hastanelerinde 1 -2 yılı bulan alacakları hala beklemede. Geçmiş dönemlerde yapılan inşaat, bakım gibi yatırım harcamaları, yetersiz mali yönetim, SUT fiyatlarının aşağıya çekilmesi, SGK’nın uyguladığı yüzde 40’lara varan kesintiler ne yazık ki üniversite hastanelerimizi ekonomik olarak bir dar boğaza soktu.


Üniversite Hastanelerine Önerilen Çözüm: Global Bütçeye Geçiş


Şu an adeta birçok üniversite hastanesi kurtarılmayı beklemektedir. Önerilen çözüm ise global bütçeye geçiş karşılığı yapılacak yardımlar. Global bütçe çözüm müdür? Üniversite hastaneleri teşhis ve tedavide son adrestir. Global bütçeyi devlet hastanelerinde başarıyla uygulayabilirsiniz? Yapılacak işlemler bellidir ve sınırlıdır. Ama asli görevi araştırma ve eğitim olan, komplike ve karmaşık vakalara bakan, yatış sürelerinin daha uzun olduğu, ciddi operasyonların yapıldığı üniversite hastanelerinde bu sistem uygulanabilir mi? Devlet hastanelerinde uygulanmaya başlayan TİG (Teşhis İlişkili Gruplandırma) üniversite hastanelerinde de başarılı olabilecek bir sistem. Ama politika belirleyiciler sanırım bu öneriye sıcak bakmıyor. Global bütçe ile üniversite hastanelerinin elini kolunu bağlarsanız, ekonomik anlamda bir sınır çizerseniz, eğitimden kısılacak, araştırmadan kısılacak, yeni tıp teknolojileri ve cihazlar artık alınamayacak. Teşhis ve tedavide öncü olması gereken üniversiteler yeni teknolojilerden yoksun bir şekilde bütün gücünü ayakta kalma yönünde harcayacak. Üniversite hastanelerinin misyonu göz önüne alınmalı ve mutlaka kaynak aktarımı yapılmalıdır. Hizmet alımlarını döner sermayeden karşılayan üniversite hastanelerinde kadro sayıları arttırılmalıdır.


Tıbbi Cihaz Firmaları Nasıl Etkileniyor


Paranızın size ne zaman ödeneceğini bilirseniz önünüze bakabilir ve planlama yapabilirsiniz. Zaten firmalar geçmiş yıllara nazaran çok küçük kar marjlarıyla hastanelere malzeme ve cihaz veriyor. Parasını alamayan firma bankalardan bin bir zorlukla, ek teminatlarla kredi almak zorunda kalıyor. Bütün bu zor finansman sürecinde birde parasını alamadığı zaman, işçi çıkarıyor, faaliyetini durduruyor ya da batıyor. AR-GE ye ise yatırım yapabilmesi bir hayal oluyor. Böyle bir ortamda Türkiye’de tıp teknolojisinin gelişmesini nasıl bekleyebiliriz? Sağlık harcamalarını kısmak için sürekli malzeme ve cihaz fiyatlarının aşağıya çekilmesi, dış pazarın baskısı neticesinde sektörün buna mecbur bırakılması ayrı bir sorun. Sağlık gibi hayati önemde bir konuda ucuz olanın teşvik edilmesi ne kadar doğru? Kaliteli bir cerrahi iplikle bir defa işlem yapan bir cerrah, örneklerini işittiğimiz gibi kalitesiz bir iplikle 5 işlem yapar. Yüzeysel bir bakış açısı yerine etkin mali hesaplamalar yapılmalı. Kalitenin verimliliği arttırdığı hiçbir zaman unutulmamalıdır. Artan verimlilik ise maliyetleri düşürür. Kaliteli olanı kalitesizden ayıracak bir sistemi mutlaka kurmamız gerekiyor.


Ülkelerin Bütçelerinden Sağlığa Ayırdığı Paylar


OECD istatistiklerine göre Avrupa ülkeleri bütçelerinden sağlığa yüzde 10’un üzerinde pay ayırıyor. Türkiye’de ise bu oran yüzde 6’dan biraz düşük. Sağlığa ayırdığınız pay belli iken, harcamalara yönelik kısıtlamalar ve tedbirler yeterli olmayacaktır. Bu nedenle Türkiye mutlaka sağlığa ayırdığı payı artıracak kaynaklar bulmak zorundadır.”


“Türkiye’de Hastaların Yenilikçi Bilgi ve Teknolojilerine Erişimini Sağlayarak”


ARTED (Araştırmacı Tıp Teknolojileri Üreticileri Derneği) üyesi Dr. Bilge Kanbur dernek hakkında şu bilgileri verdi: “ ARTED, 2009 yılının sonunda 8 üye ile kuruldu. Temel amacı Türkiye’de hastaların yenilikçi bilgi ve teknolojilerine erişimini sağlamaktır. Toplumun sağlık düzeyinin yükseltilmesine katkıda bulunmaktır. Bununla birlikte tıbbi cihaz teknolojileri gelişmiş ülkelerdeki standartlar çerçevesinde etik şeffaf ve saygın bir düzeye eriştirmek. Bu amaçlar doğrultusunda çeşitli çalışma grupları var. Çeşitli projeler üzerinde çalışılıyor. Tıp teknolojileri endüstrisinin, temel özelliklerine baktığımızda dünyadaki en yenilikçi ve araştırmacı sektörler arasında yer alıyor. Sektör, ortalama olarak satışlarının yüzde 8’den daha fazlasını araştırma ve geliştirmeye ayırıyor. Global anlamda bu oran kimi firmalarda yüzde 15’lere kadar yükseliyor. Genç bir endüstri, ilaçlarla karşılaştırdığımızda, çok sayıda ürün var. Bunun nedeni ise, tedavi amacının dışında tanı, tedavi ve izlem alanlarında hizmet veriyor olmasıdır. Farmakolojik kimyasal, ilaçta rol oynamakla birlikte tıp teknolojilerinin üretiminde, mekanik elektronik ve madde mühendisliği rol alıyor.”