28 Şubat 2010 Pazar

SUUDI ARABISTAN İLE SAĞLIK İŞBIRLIĞI

Sağlık Bakanı Prof. Dr. Recep Akdağ ve Suudi Arabistan Sağlık Bakanı Dr. Abdullah El Rabiya bir araya gelerek sağlık alanında işbirliği kararı aldı.

Sağlık Bakanı Prof. Dr. Recep Akdağ, Suudi Arabistan Sağlık Bakanı Dr. Abdullah El Rabiya ve beraberindeki heyetini bakanlık binasında kabul etti. Suudi Arabistan ile sağlık anlaşması yaptıklarını kaydeden Prof. Dr. Akdağ, bu iş birliğinin geliştirilmesi için büyük çaba harcandığını söyledi. Belirlenen koordinatörler sayesinde iki ülkenin ortak çalışma alanlarını geliştirerek rapor hazırlayacaklarını belirten Prof. Dr. Akdağ, iş ve eylem planlarının hazırlanacağını ifade etti. Bu iş birliğinin tüm bölge için avantajlı olacağının altını çizen Prof. Dr. Akdağ, ortak üretim, eğitim ve araştırmalar konusunda birlikte çalışacaklarını söyledi.

Arabistan’da da Tam Gün Uygulanıyor
Suudi Arabistan Sağlık Bakanı Dr. Abdullah El Rabiya da ülkesindeki tam gün düzenlemeleriyle ilgili soru üzerine, bir uzman doktor olarak Tam Gün Yasa Tasarısı'nı desteklediğini söyledi. Bu sistemde sağlık hizmetine ihtiyaç duyan vatandaşın esas alındığına dikkati çeken El Rabiya, ülkesinde de hem özel sektörde hem kamu sektöründe tam gün uygulamasının sürdüğünü belirtti. Ancak tıp fakültelerindeki öğretim üyelerinin muayenehane açma hakkı bulunduğunu anlatan El Rabiya, bu öğretim üyelerinin tam gün çalışması için bir yasa tasarısının meclise sevk edildiğini kaydetti. El Rabiya, “Tam günü biz de destekliyoruz ve tasvip ediyoruz” dedi.
“Mesleki Zorunluluk Sigortası” ile ilgili soruya ülkesinde bunun için özel mahkemeler bulunduğunu dile getiren El Rabiya, bu yanlışlıkların doktorun herhangi bir kastı olmadan meydana geldiğini söyledi. El Rabiya, ülkesinde 1.5 yıldır tüm doktorların sigorta ödemeye başladıklarını belirtti.

Sağlık Alanında İş Birliği
Suudi Arabistanı ziyareti dolayısıyla yaptığı açıklamada Prof. Dr. Akdağ, Türkiye ile Suudi Arabistan arasında sağlık alanında iş birliğinin geliştirilmesine yönelik kararlar alındığını bildirdi. Bu iş birliğinin bölge açısından da önemli olduğunu anlatan Akdağ, her iki bakanlıktan görevlendirilen birer uzmanın gerekli çalışmaları yaptıktan sonra nihai çalışmanın başlatılacağını söyledi. Akdağ, Suudi Arabistan'ın hac döneminde verdiği sağlık hizmetinden dolayı da takdirlerini ifade etti.
El Rabiya da ziyaretinden duyduğu memnuniyeti dile getirirken, iş birliğinin uzmanlar arasında irtibat sağlanması, tıbbi araç ve gereç ile ilaç üretimini kapsadığını söyledi.

25 Şubat 2010 Perşembe

TAM GÜN’E PROTESTO

Türk Tabipleri Birliği Genel Başkanı Gürsoy, “Sağlık Bakanlığı’nın kurul ve komisyonlarından bütünüyle çekilme konusunda karar alma aşamasındayız” dedi.

Türk Tabipleri Birliği (TTB) Genel Başkanı Gençay Gürsoy, Tam Gün Yasa Tasarısı'na karşı izleyecekleri tavırla ilgili değerlendirme yaptıklarını, Sağlık Bakanlığının kurul ve komisyonlarından bütünüyle çekilme konusunda karar alma aşamasında olduklarını söyledi.
TTB ve tıp uzmanlık derneklerinin yetkilileri TBMM'de görüşülen Tam Gün Yasa Tasarısı ile ilgili, Hacettepe Üniversitesi'nde bir araya gelerek değerlendirme yaptılar. Toplantından sonra basın toplantısında konuşan Gürsoy, “Hekimlik mesleği ve Türkiye'nin sağlık sorunları ile ilgili önemli bir tasarı TBMM'de görüşülüyor. Biz burada 110 bin hekimi temsil eden bütün tabip odalarının başkanlarını ve bütün uzmanlık derneklerinin yöneticilerini aramıza alarak, yasayla ilgili görüşlerimizi bir kez daha, İş işten geçmeden bu konuda kamuoyuyla paylaşmak istiyoruz. Tam Gün Yasası Tasarısı'nın sağlıkta dönüşüm programının önemli ayaklarından birisidir. Bu yasa ardından kamu hastanelerinin birleştirilmesine yönelik düzenleme de gündeme gelecek” dedi.


“Hekimler Çok Zor Koşullarda Çalışmaya Zorlanıyor”
Tasarının kendileriyle mutabakat sağlanmadan çıkarılmak istendiğini ifade eden Gürsoy, kendilerine rağmen çıkarılan bu yasaya karşı olduklarını söyledi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın tasarıya ilişkin açıklamalarını da eleştiren Gürsoy, hekimlerin alacağı ifade edilen ücretlerin ve diğer farkların gerçekle ilgisinin olmadığını belirtti. Hekimleri çok zor koşullarda çalışmaya zorladığını kaydeden Gürsoy, TTB olarak tam gün çalışmadan yana olduklarını, ancak tasarıda hekimlerin çok uzun süre çalışmaya zorlandığını ve bu nedenle sağlık hizmetlerinde sorunlar yaşatacağını kaydetti.

“Hekimsiz İcraata Terk Etmek Düşüncesindeyiz”
Gençay Gürsoy tasarıya karşı izlenecek tavırla ilgili değerlendirme toplantısında aldıkları kararı açıklarken de, “Sağlık Bakanlığının kurul ve komisyonlarında yer almama konusunu gündeme getiriyoruz. Bu kurul ve komisyonlardan bütünüyle çekilme konusunda karar alma aşamasındayız. Hekimsiz icraata terk etmek düşüncesindeyiz” diye konuştu.


“Sadece Bin Dolayında Hekimin Muayenehanesi Bulunuyor”
TTB Genel Sekreteri Eriş Bilaloğlu da söz konusu öneri ile bilgi verirken, ücretlerin güvence altına alınmasını, çalışma sürelerinin daha makul hale getirilmesini talep ettiklerini anlattı.
Hekim uygulamalarından kaynaklanan hatalarda ödenecek sigorta ile ilgili de önerilerinin farklı olduğunu belirten Bilaloğlu, bu ödemelerin daha kısa sürede ve belirli bir fondan yapılmasını öngördüğünü söyledi. Bilaloğlu, başka bir soruyu yanıtlarken, tartışmaların sadece muayenehanelerin kapatılması üzerine odaklanmak istendiğini, ancak sadece bin dolayında hekimin muayenehanesi bulunduğunu belirtti.

“Tasarı Özlük Hakları Açısından Hayal Kırıklığı Yarattı”
Emekli hekimlerin durumunun fazla söze gerek bırakmadığını dile getiren Bilaloğlu, emekli hekimlerin bin 250 TL aldığını ve tasarının mevcut emeklilere iyileştirme sunmadığını söyledi. Bugün çalışmakta olan hekimler için zorunlu sigorta getirilerek 30 yıl sonra emekli olacakların maaşının 2 bin TL’yi ancak geçeceğini vaat ettiğini ifade eden Bilaloğlu, tasarının özlük hakları açısından hayal kırıklığı yarattığını söyledi.


“17 bin TL Maaş Almak İmkansız”
Kamuoyuna açıklandığı gibi hekimlerin 17 bin TL maaş almalarının imkansız olduğunu ileri süren Bilaloğlu, tasarının yasalaşması halinde bir uzman hekimin bin 400-bin 600 TL maaş alacağını, bunun üzerine de sabit döner sermaye ücreti ekleneceğini anlattı. Ancak bir hekimin 17 bin TL alabilmesi için günde 20 saat çalışması gerektiğini ifade eden Bilaloğlu, bunun da imkansız olduğunu savundu.

“Tekel İşçilerinden Sağlık Çalışanlarından Destek”
TTB, SES, Devrimci Sağlık-İş ve diğer sağlık örgütlerinin üyeleri daha sonra Hacettepe Üniversitesi'nden Sağlık Bakanlığına yürüdü. Gruptakiler, tasarı karşıtı pankartlar taşıyarak, slogan attılar. Abdi İpekçi Parkı'nda 30 gündür Ankara'da eylem yapan Tekel işçileriyle buluşan sağlıkçılar, daha sonra Sağlık Bakanlığı önünde basın açıklaması yaptı. TTB Merkez Konseyi Üyesi Ali Çerkezoğlu, burada yaptığı açıklamada sağlığın bir ekip hizmeti olduğunu belirterek, tasarının kendi görüşleri alınmadan yasalaştırılmak istendiğini söyledi. Sağlık hizmeti üretenlere kulak verilmesi gerektiğini ifade eden Çerkezoğlu, “Hastalar bizim rakibimiz değil. Halkın sağlık hakkını savunuyoruz ve savunmaya devam edeceğiz. Para tartışması yapmıyoruz, iş güvencesi istiyoruz” dedi. Çerkezoğlu, sağlıkta dönüşüm programının mağduru olmak istemediklerini, bu nedenle tasarının geri çekilmesini talep ettiklerini söyledi. SES Genel Başkanı Bedriye Yorgun da, sağlıkta dönüşüm programını ve sağlık kuruluşlarındaki taşeronlaşmayı eleştirdi. Sağlık Bakanlığının önündeki konuşmaların ardından sağlıkçılar, Tekel işçileriyle birlikte Türk-İş Genel Merkezi önüne yürüdü. Eylemciler burada, hükümet karşıtı sloganlar attılar.

24 Şubat 2010 Çarşamba

ACİLİYET GEREKTİREN VE MESAİ DIŞI POLİKLİNİK HİZMETİ

Sağlık Bakanlığı Tedavi Hizmetleri Genel Müdürlüğü tarafından yayınlanan genelgeye göre, durumları aciliyet gerektirmeyen, hastanelere mesai saatleri dışında başvuracak hastalar için ''mesai dışı poliklinik'' uygulaması başlatacak.

Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Prof. Dr. Nihat Tosun, yayınladığı genelgede, bakanlığa bağlı yataklı tedavi kurumlarında sağlık hizmetlerinin ihtiyaç ve talepler doğrultusunda daha etkin, kaliteli, ulaşılabilir ve zamanında verilmesinin öncelikli hedeflerinden olduğunu iletti. Sağlık Bakanlığına bağlı yataklı tedavi kurumları bünyesindeki acil servislere mesai saatleri haricinde, genel ve resmi tatil günlerinde, acil müdahale gerektirmeyen ve ayaktan tedavisi sağlanabilecek durumdaki hasta başvurusunun yüksek olduğunu işaret eden Prof. Dr. Tosun, bu hastaların ertesi gün tekrar muayene, tetkik ve tahlil için branş polikliniklerine müracaat ettiklerini belirtti. Bu nedenle acillerde gereksiz bir yoğunluk yaşandığı için durumları acil olan hastalara zamanında müdahalede aksaklıklar görüldüğünü kaydeden Prof. Dr. Tosun, bunun önlenmesine yönelik yeni düzenlemelere gidileceğini bildirdi.

Mesai Dışı Poliklinik Uygulamasına Yönelik Planlama
Genelgeye göre, durumları aciliyet taşımayan, ancak çeşitli sebeplerle mesai harici veya genel ve resmi tatil günlerinde hastanelere başvuran hastaların muayene, tetkik, tahlil ve tedavi taleplerinin karşılanabilmesi amacıyla ihtiyaç duyulan il ve ilçelerde mesai dışı poliklinik uygulamasına geçilecek. Bu çerçevede, mesai saatleri dışında hekim ve gerektiğinde uzman hekim düzeyinde poliklinik hizmeti vermek üzere hastanelerin bünyesindeki mevcut poliklinik odaları veya acil servise yakın uygun mekanlar mesai dışı poliklinik hizmetleri için görevlendirilen hekimlerin kullanımına tahsis edilecek. Mesai dışı poliklinik uygulaması için, aktif olarak çalışan pratisyen hekim sayısının yeterli olması halinde öncelikle bu hekimlerden görevlendirme yapılacak. Kurumdaki hekim sayısının yetersiz kalması durumunda ise hastanenin bulunduğu belediye mücavir alanı içerisindeki birinci basamak sağlık kuruluşlarından, asli görevlerini aksatmamak kaydıyla görevlendirme yapılacak. Mesai dışı poliklinik uygulamasına yönelik, hafta içerisinde hasta müracaatının en yoğun olduğu mesai saati bitiminden 24.00'e kadar, hafta sonu ve resmi tatil günlerinde ise 08.00-24.00 saatleri arasında, hasta yoğunluğu ve tabip mevcudu dikkate alınarak yeterli sayıda hekim ve ihtiyaç duyulan diğer sağlık personeli için 8 veya 16 saatlik çalışma süresi düzenlenecek biçimde planlama yapılacak. Kurum dışından yapılacak görevlendirmeler için ilgili hastane başhekimi ile istişare edilerek il sağlık müdürlüğünce aylık çizelgeler oluşturulup vilayet onayı alınacak.

Farklı Çalışma Saatleri Uygulanabilecek
Yataklı tedavi kurumlarında mesai başlama ve bitiş saatlerinin hizmetin ve mahallin özelliği, sosyo-ekonomik ve kültürel etkenler, iklim şartları, personel sayısı gibi hususlar göz önüne alınarak valiliklerce belirlenebildiğine dikkati çeken Tosun, hastane başhekimlerince lüzum görüldüğü takdirde, sağlık hizmetlerinin sürekliliği ve kesintiye uğramaması, yoğunluğun azaltılması amacıyla vardiya ve nöbet gibi hizmetler için farklı çalışma saatleri saptanabileceğini hatırlattı.Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Tosun, bu çerçevede, özellikle polikliniklerde hasta yoğunluğunun yüksek olduğu sabah ve öğle saatlerinde kırsal kesimden gelen hastaların ulaşım sorunları veya diğer bölgesel etkenler göz önünde bulundurularak hastane başhekimliklerince poliklinik muayenesine başlama saatinin 08.00'den önceye çekilmesinin, bitiş saatinin de buna göre ayarlanmasının mümkün olabileceğini belirtti.

17 Şubat 2010 Çarşamba

MATRİX RİTİM TEDAVİSİ

Uzun yıllar Almanya’da Erlangen Üniversitesi’nde, hücre biyolojisi ve mikro sirkülasyon üzerine yaptığı araştırmalar sonucunda, Matrix Ritim Tedavisi’ni keşfeden Dr. Ulrich G. Randoll, bu yöntem hakkında Sağlık Dergisi’ne bilgi verdi.

Hücrelerin belli bir ritimle hareket ettiğini ve hücrelerin bu ritminde devamlılık olması halinde hastalıkların oluşmadığı gibi tedavi sürecinin de kısaldığını belirten Dr. Ulrich G. Randoll, keşfettiği tekniği birçok hastada uygulayarak, kısa sürede sonuç aldığını kaydetti.
Çene cerrahisi bölümünde çalışırken karşılaştığı bazı hastalara bir üniversite hastanesinin sahip olduğu tüm tıbbi imkanları kullanmalarına rağmen yardım edemediklerini (örneğin, tüm cerrahların bildiği bir problem olan, operasyon sonrası iyileşmeyen yara problemi gibi) görünce, hücre biyolojisi bazındaki araştırmalarına başladı ve 10 seneden daha uzun süren bu araştırma döneminden sonra, yeni bir tedavi yöntemi geliştirdi. Dr. Randoll, temellendirdiği bu yeni yöntemde tedavi edilmek istenen dokuya dışarıdan bir “mekanik titreşim” uygulayarak, çok kısa tarif edilmek istenirse, bağdokudaki mikrosirkülasyonun tekrar harekete geçmesinin sağlanmasıyla, kas spazmları, doku sertlikleri, kapanmayan yaralar, gerilimli baş ağrısı, gibi çok geniş yelpazedeki hastalıkların tedavisinde yardımcı olduğunu söyledi.

“Matrix Ritim Tedavisi ile hücrelere sağlıklı oldukları zamanki titreşimi hatırlatıyoruz”
Dr. Randoll, “Özellikle tümör tedavisi, ağrı ve yara tedavisi konusunda elimizde bulunan imkanlarla hastalara yardım edemediğimizi görüyordum. Bu arada ilk çalışmalarıma da başladım. Ameliyat ederek kendilerine yardım etmeye çalıştığımız hastalarımız, ameliyat etmediklerimizden daha kısa süre yaşadıklarını tespit ettim. Hastalarımı gözlemlerken ağrıyı araştırmaya başladım. Uzun yıllar hücre biyolojisi konusunda çalıştım ve anladım ki makroskobik olarak baktığımızda, hastalık şikayetleri; hücre biyolojisinde hep aynı ve aslında adını hastalık olarak koyduğumuz durum vücudun kendi kendini düzeltmeye çalışması. Matrix Ritim Tedavisi ile sorun yaşanan hücrelere normal seyirde olan titreşimi dışarıdan mekanik olarak uyguluyoruz. Böylece bağ dokusundaki sıvı akışı normale dönerek iyileşme için ilk impuls (uyarı) verilmiş oluyor” dedi.


“Bağ Dokumuzun İçerisindeki Sıvının Kalitesini Matriks Belirliyor”
Yaptığı araştırmalarda birçok rahatsızlığın, dokunun stres altına girdiğinde meydana geldiğini tespit ettiğini kaydeden Dr. Randoll, bu stresi meydana getirici faktörler ile ilgili çalışmalarının derinleştirdiğini ifade etti: “Hücrenin içerisinde bulunduğu çevre ile ilgili çalışmalar yapmaya başladım. Hücrelerimizin tümü, hücre dışı bölge olan matrixte, bağ dokusu sıvısı içerisinde yüzmektedir. Nasıl akvaryum içerisindeki balıkların yaşadıkları çevrenin kalitesini akyaryumun suyu belirliyorsa, bağ dokumuzun içerisindeki sıvının kalitesini de matriks belirliyor. Bunu tespit ettikten sonra, hücrelerin sağlıklı olması için bağ dokusunu sürekli hareket halinde tutmak gerektiğini gördüm. Bağ dokusunu sürekli hareket halinde tutmak, hücrelerin beslenebilmesini ve sağlıklı kalabilmesini sağlıyor.” şeklinde konuştu.
Hücrelerin kontraksiyon konumuna gelmelerinin sebebinin; hücrelerin herhangibir şekilde “rahatsızlık duyması”nın sonucu olduğunu söyleyen Dr. Randoll, kontraksiyon halinin pasif olarak gerçekleştiğini, hücrenin esnemesi ve sertliğinin çözülmesinin aktif olduğunu belirtti. Yaptığı çalışmalar sonunda hücrelerin kontraksiyon durumunu kontrol altına alarak tedavi etmenin kolaylaşacağını tespit ettiğini kaydeden Dr. Randoll, hastalara makroskopik olarak bakıldığına, ancak tüm hastalıkların temelinde mikro sirkülasyonun devamlılığının sağlanamamasının yattığına dikkat çekti.


Regülasyon Çığlıkları
Tüm hastalıkların, temelini hücre biyolojisinin oluşturduğu mikro sirkülasyonun tekrar “düzenlenmesi” (readapte edilmesi) sayesinde tekrar normale dönebilecekleri “regülasyon çığlıkları” olarak anlaşılmaları gerektiğini belirten Dr. Randoll, vücutta hangi ritimlerin olduğunu ve bu mekanizmayı neyin aktif hale getirdiğini araştırmaya başladığını ifade etti. Dr. Randoll şöyle konuştu: “Kalp ritmi nedir? Nefes ritmi nedir? İmmün sistemimizin de bir ritmi var. Eğer bu ritim sağlıklı olursa vücudumuz bunu sağlıklı bir şekilde “düzenleyecektir”. Bir hücrenin içinde bulunduğu ortamın asidotik veya alkalik mi olduğu (yani pH değerinin durumu), o yöredeki oksijen basıncının ne olduğu, bunlar çok önemli hususlardır. Tedavi için hücre bazında çalışıldığında bazı tümörlerin küçüldüğünü, hastaların ağrıların azaldığını ve tedaviye yanıt vermeye başladığını gördüm ve çalışmalarımı derinleştirdim. Sıcakkanlı canlıların kaslarının kendilerine özgü bir titreşimleri olduğunu keşfettim. Bu kasların titremesine doğal bir örnek olarak ateşli hastalıkları verebiliriz. Bayılma halinde de titrenir. Vücudumuz bunu, vücut sıvılarını ihtiyaç duyulan yerlere gönderebilmek için, sentralize etmek üzere yapmaktadır. Kaslarımız sadece makroskopik vücut hareketlerimizi sağlamaz, vücut sıvılarımızın da hareket etmesini sağlar. Mesela, bacağımızda bir şişlik var, ödem olmuş, bu şişliğin inmesi için genelde uygulanan metotlardan biri de hastaya infüzyon veriyor. Bu uygulamanın sebebi, verdiğimiz infüzyon ile tıkanıklığın “arkadan itilerek” çözülebilecek olduğunu düşünmemizdir. Ancak bu düşüncenin yanlış olduğunu ve böyle bir durumda “yolun önden açılarak” akışın sağlanması gerektigini, bu işlemi yapan tek organımızın da kas sistemimiz olduğunu anladım. Bu işlemi gerçekleştirmek üzere, Matriks Ritim Tedavisini uyguladığımda da bazı hastaların 5,5 ay gibi bir süre içerisinde düzelebildiğini gördüm. Daha önce sonuç alınamayan hastalardan sonuç almaya başladığımı gördüm ve tedavi için özellikle en kötü durumda olan hastaları tercih ettim. Matrix Ritim Tedavisi uygulanarak kas nakli yapılmış olan bir hastanın kasında meydana gelen ödem giderildi ve bu yörenin tekrar kanlanması sağlandı. Böylece yabancı olan kas o bölgeye adapte olarak hatta hareket etmeye başladı. Kronik, iyileşmeyen yaranın da iyileşmesi sağlandı. Bütün ağrıların ne olursa olsun hepsinin sebebi aynıdır. İlkönce mikro sirkülasyondaki metabolizma kötüleşir, ondan sonra oradaki hücre membranları depolarize hale gelir, ondan sonra orada kontraksiyon olur ve kasların tonusu artar. Bu da o yörede ağrı hissedilmesine sebep olur. Bu bir kısır döngüdür. Bunun sonucunda da ağrı oluşur. Sıkışmış bir kası makroskopik hareketlerle esnetmeye başlamadan önce mikroskopik olarak, derinden esnetmek gerekir. İşte bu esnetmeyi Matrix Ritim Tedavi cihazı ile çok etkili bir şekilde yapıyoruz.”


Matrix Ritim Tedavi Metodu
Dr. Randoll, “Bu tedavi yöntemini sadece klinik ve muayenehanelerimize her gün gelen hastalık tablolarında uygulamakla kalmıyor, aynı zamanda Sporculara da uyguluyoruz. Şu anda Türkiye’de Beşiktaş Spor Kulübü, Manisa Spor Kulübü Matrix Ritim Tedavisi metodunu sporcularında hem tedavi amaçlı hem de sakatlanmayı önlemek amacı ile başarıyla kullanıyorlar. Ankara ve İstanbul’da bu metodu kullanan Fizik Tedavi merkezleri var. Özellikle bel-boyun fıtıklarında, kas spazmlarında, duruş bozukluklarında, doku ve eklem sertliklerine bağlı hareket kısıtlılıklarında, akut ve kronik ağrılı durumlarda, farklı sebepleri olan iyileşmeyen yaralarda, diabet hastalarının yaralarının iyileştirilmesinde kullanılıyor. Kısacası Fizik Tedaviyi gerektirecek her hastalıkta, diğer modaliteler ile birlikte kombine edilebiliyor. Matrik Ritim Tedavisi doktor ve fizyoterapistlerimizin zaten en iyi şekilde bildiği manüel tedavi metotları ve diğer esnetici fizik tedavi ajanları ile birlikte kullanıldığında çok çabuk ve kalıcı olumlu sonuçlar alınıyor. Ayrıca spastik çocuklarda, kasların gevşetilmesinde ve bu gevşemenin kalıcılığını arttırmak için kullanılıyor. Hatta spastik çocuklarda karın bölgesine yapılan uygulamalar bu çocuklarda çok sık görülen kabızlık sorununa da iyi geliyor. Bu yeni sistemin felsefesi ve pratikte kullanımı, sertifika programları kapsamında öğretiliyor. Türkiye’de bu konunun organizasyonunu Dizem Sağlık Hizmetleri Şirket’i (www.matrixcenterturkiye.com ) başarı ile yürütüyor” dedi.

14 Şubat 2010 Pazar

“KANSERLERİN YÜZDE 40’I ÖNLENEBİLİR”

Türk Kanser Araştırma ve Savaş Kurumu Derneği, kanserlerin yüzde 40’nın potansiyel olarak önleyebileceğini söyledi.

Türk Kanser Araştırma ve Savaş Kurumu Derneği (TKASKD), 4 Şubat Dünya Kanser Günü nedeniyle bir basın toplantısı düzenledi. Dernek, kanserlerin yüzde 40’nın potansiyel olarak önleyebileceğini söyledi. Önlem alınmazsa, dünya genelinde kanser yükünün artarak 2030 yılında 26 milyon yeni tanı kanser vakasına ve 17 milyon ölüme ulaşacağının tahmin edildiğini ifade edildi. TKASKD Genel Sekreteri Prof. Dr. Şuayip Yalçın, yönetim kurulu üyeleri Prof. Dinçer Fırat ve Prof. Dr. Bilgehan Yalçın kanserin önemi üzerinde durdu. Dernek Genel Sekreteri Prof. Dr. Yalçın, Dünya Kanser Günü’nün bu yıl tüm dünyada 100’den fazla ülkede 300’ün üzerinde üye kuruluşu bünyesinde toplayan, Dünya Kanser Deklarasyonu yoluyla kansere karşı küresel savaşta en önde gelen uluslararası sivil toplam kuruluşu olan Uluslararası Kanser Savaş Örgütü (UICC) önderliğinde ‘Kanser önlenebilir’ sloganı altında bir kampanya yürütüldüğünü söyledi. TKASKD Genel Sekreteri Prof. Dr. Yalçın, Türkiye genelinde de bu kampanyanın TKASKD tarafından yürütüldüğünü ifade etti.

“Kanser Önlenebilir”
4 Şubat Dünya Kanser Günü nedeniyle UICC tarafından yayınlanan 2010 raporunun; aşılama, antibiyotikler, temizliğin artırılması ve basit korunma stratejilerinin öğrenilmesi gibi tedbirlerle inatçı viral ve bakteriyel enfeksiyonların önlenmesine odaklandığını söyleyen Prof. Dr. Yalçın, “Tütün kullanımı, aşırı alkol tüketimi, güneşe fazla maruz kalma ve obezite ile ilişkili kanserler için risk , bu risk faktörlerinden kaçınılması yanında sağlıklı beslenme ve düzenli fiziksel aktivite gibi sağlıklı yaşam davranışlarının benimsenmesi ile önemli ölçüde azaltılabilmektedir” dedi.


Güvenlik Şartlarının Kötü Olması Kanseri Tetikliyor
Günümüzde kanserden korunma yolları arasında olması gereken konulardan birinin güvenlik koşullarının sağlanması olduğunu belirten Prof. Dr. Yalçın şöyle konuştu: “Sedanter yaşamın daha fazla gündeme gelmesi kanserin çoğalmasında etkili oluyor. Çocukların neredeyse 4-6 saat kadar hareketsiz meşgalelerde bulunduğunu görüyoruz. Bu çocukların hem fiziksel gelişimini engelliyor hem de kilo almalarına neden oluyor. Okul servisleri güvenle çocukları taşısa da en önemli sorun güvenlik. Kamu taşıtlarını kullanmalarını özendirmek gerekiyor. Güvenlik şartları daha iyi duruma getirildiğinde, sedanter yaşamın önüne geçilerek kanser oranlarının düşmesinde yardımcı olunacak.“

Tütün Ürünleri Kullanımı ve Pasif İçicilik
Tütün kullanımının en önde gelen önlenebilir kanser nedeni olduğunu söyleyen Prof. Dr. Yalçın, akciğer kanserlerinin yüzde80-90’ının ve kanser ölümlerinin üçte birinin nedeninin tütün ve tütün ürünleri olduğunu söyledi. Yalçın her türlü tütün kullanımından kaçınılması ve pasif maruziyetin önlenmesinin etkin korunma sağlayacağını kaydetti.

Alkol Tüketimi
Kanser hastalığı oluşumunda bir diğer nedenin ise alkol tüketimi ile ilişkili olduğunu sözlerine ekleyen Prof. Dr. Şuayip Yalçın, aşırı alkol tüketiminin baş-boyun, yemek borusu, meme, bağırsak ve karaciğer kanseri riskini artırdığını söyledi. Prof. Dr. Yalçın, “Günde 25 gramdan fazla alkol alımı üst sindirim sistemi kanserleri için riski artırır. Günde 100 gram alkol tüketimi ise ( yaklaşık 1 litre şarap veya 2 litre bira) ise bu riski hafif içiciler veya hiç içmeyenlere göre 4-6 kat artırır. Alkol tüketimini azaltmak kanseri önlemede etkili bir yöntemdir” şeklinde konuştu.


Fiziksel Aktivite
Fiziksel aktivitelerin obeziteyi önlediği dolayısıyla oluşabilecek kanser türlerinin önlenmesinde önemli bir yer tuttuğunu belirten Prof. Dr. Yalçın, Dünya genelinde meme ve kalın bağırsak kanserlerinin dörtte birinin nedeninin fiziksel aktivite yapmamak olduğunun tahmin edildiğini kaydetti. Düzenli egzersiz yapmanın meme ve kalın bağırsak kanserleri riskini azalttığını sözlerine ekleyen Prof. Dr. Yalçın, “Bu yararlar egzersiz vücut kilo kontrolünü sağlamadaki olumlu etkisinden bağımsızdır. Erişkinlerin haftada 5 gün, 30 dakikada süre ile orta yoğunlukta fiziksel aktivite yapmaları bu kanserler için riski azaltıyor. Okul çağındaki çocuk ve gençlerin ise her gün 60 dakikalık orta dereceli veya daha yoğun fiziksel aktivite yapmaları gerekiyor. Oysaki günümüzde özellikle genç nesil günde 7-8 saatini televizyon veya bilgisayar başında geçiriyor. Bu da fiziksel gelişimlerine zarar veriyor. Genç nesil giderek obeziteye yaklaşmakta dolayısıyla obezite kaynaklı kanser hastalıklarına zemin hazırlıyor” diye konuştu.

Sağlıklı Beslenme, Sağlıklı Kilo
Yapılan bazı araştırmaların beslenme ile çeşitli kanserler arasındaki ilişkiyi açıkça gösterdiğini söyleyen Prof. Dr. Yalçın, “Günlük 80-100 gram kadar meyve veya sebze tüketiminin ağız kanserleri için riski yüzde 20, mide kanseri için ise yüzde 30 kadar azalttığı çalışmalarda gösterilmiştir” dedi. Prof. Dr. Yalçın, her gün yüksek lifli gıdaların tüketilmesinin bağırsak kanseri riskini yüzde 20 azaltırken, diğer taraftan kırmızı et ve işlenmiş etlerin tüketilmesinin bağırsak kanseri riskini artırdığını, yüksek oranda tuz ve tuzlanmış gıdaların tüketilmesinin ise mide kanseri riskini artırdığını kaydetti. Prof. Dr. Yalçın, “Enerjisi yoğun gıdaların, doymuş yağların şekerli içeceklerin tuzlu gıdaların, kırmızı etin, işlenmiş veya aşırı kızartılmış etlerin tüketiminin kısıtlanması yanında sebze, meyve ve tam tahıllı gıdalardan zengin sağlıklı besinlerin tüketilmesi ile bu kanserler için risk azaltılabilir. Fazla kilolu veya obez olmanın rahim, böbrek, yemek borusu, mide, kalın bağırsak, meme, prostat, safra kesesi ve pankreas kanserleri için riski artırdığı iyi bilinmektedir. Düzenli egzersiz yanında doğru beslenme ile sağlıklı kilonun korunması kanser riskini azaltabilmektedir” dedi.



Güneş ışınları
Güneş ışınlarının belli bir oranda insan sağlığına dost ancak fazlasının zarar verici olduğunu söyleyen Prof. Dr. Yalçın, “Vücutlarımızın D vitamini üretebilmesi için düşük düzeyde güneş ışınlarına gereksinim vardır. Öte yandan, güneş ışınlarına veya yapay ultraviyole ışın kaynaklarına aşırı maruz kalınması her türlü cilt kanseri için riski artırmaktadır. Çeşitli UV ışın kaynaklarından (Solarium ve güneş yatakları) uzak durmak, fazla güneş ışınlarından sakınmak, güneş ışınlarından koruyucu kremler ve giysilerle korunmak, kansere karşı etkili önlemlerdir” diye konuştu.

Enfeksiyonlara Dikkat!
Kanserin bir enfeksiyon hastalığı olmadığını ancak, kanser riskini artırabilen çeşitli enfeksiyon etkenlerinin varolduğunu ifade eden Prof. Dr. Şuayip Yalçın, kanserden ölümlerin gelişmekte olan ülkelerde yaklaşık yüzde 22’sine, gelişmiş ülkelerde ise yüzde 6’sına karaciğer, rahim ağzı ve mide kanserlerine neden olabilen hepatit B veya C virüsleri, insan papilloma virüsü ve helicobacter pylori bakterisi gibi kronik enfeksiyonların yol açtığını söyledi. Prof. Dr. Yalçın “Türkiye’de önemli bir sorun teşkil eden konu Hepatit- B ve Hepatit-C ile bunlara bağlı kanser hastalıkları. Geçmiş dönemlerde özellikle Doğu ve Güney Doğuda Hepatite bağlı karaciğer kanseri sıklıkla görülmekteydi. Yapılan aşılamalar ve koruyucu tedaviler iler günümüzde hastalık görülme sıklığı giderek düşmeye başladı. Sağlık güvenliği önlemlerinin alınması, etkin tedaviler ve sağlıklı davranış değişiklikleri çeşitli enfeksiyonlar için risk faktörlerine maruziyeti azaltarak kansere karşı etkili korunma sağlar” şeklinde konuştu.

12 Şubat 2010 Cuma

SGK BAŞKANI ZARARSIZ GÜNDEMİ DEĞERLENDİRDİ

Sağlık Gündemiyle ilgili bir çok konuda değerlendirmelerde bulunan Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanı M. Emin Zararsız, sorunların çözüm yollarını ve 2010 yılı hedeflerini Sağlık Dergisi’ne anlattı.

Tıbbi malzeme ödemelerinden hastane katkı payına, götürü usulü hizmetlerden tıbbi cihaz ödemelerinde yaşanan gecikmelere birçok sorunu kendisine yönelttiğimiz Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanı M. Emin Zararsız, sorunların çözülmesi için gerekli çalışmaların başlatıldığını kimsenin mağdur bırakılmayacağını söyledi.

Esra Öz: Tıbbi malzeme ödemelerinin belirsizliğinden dolayı firmalar yaşadıkları sıkıntıları dile getirmektedirler. Bu sorunu çözmek için ne gibi bir çalışma yürütüyorsunuz?
Mehmet Emin Zararsız:
Tıbbi malzeme temini konusunda firmalarla sözleşme yapılması planlanıyor ve bu hususta çalışmalar devam ediyor. Yapılacak sözleşme ile malzemeler için standart bir fiyat uygulaması getirilecek; sigortalılarımızın kaliteli ve düzgün tıbbi malzemeye rahatlıkla ulaşabilmesi bu sayede mümkün olacak. Ödemeler Kurumca firmalara yapılacağından sigortalının parayla bizzat ilişkisi olmayacak ve böylece mağduriyeti önlenecek.

Hastane katkı payı ile ilgili ne gibi bir çalışma yürütüyorsunuz?
Bilindiği gibi Hastane Katkı Payı 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunda düzenlenmiş ve Kanunun verdiği yetkiye dayanılarak miktarları belirlenmiştir. 01/10/2008 tarihinde belirlenen katkı payları Danıştay’ın vermiş olduğu iptal kararı nedeniyle 02/06/2009’dan itibaren tüm basamaklarda 2 TL olarak 01/10/2009 tarihine kadar uygulanmıştır. 01/10/2009 tarihinde yapılan düzenleme ile hastane katkı payları 1. Basamakta 2 TL, Resmi Sağlık Kurumlarında 8 TL, Özel Sağlık Kurumlarında ise 15 TL şeklinde yeniden düzenlenmiştir. Ancak, yapılan muayene sonrası ilaç yazılmaması durumunda 1. Basamakta 2 TL, 2. ve 3. Basamak Resmi ve Özel Sağlık Kurumlarında 3 TL indirim yapılıyor.
Bu düzenleme çerçevesinde belirlenen tutarlara göre katkı payı alınması uygulaması devam ediyor, bu konuda yeni bir çalışma yürütülmüyor.


Eczaneler tarafından alınan katkı paylarında yaşanan durum halk tarafından tepki ile karşılanıyor. Bu durumla ilgili bir değişiklik yapılacak mı?
Katkı paylarının eczanelerden tahsil edilmesi uygulaması devam ediyor, şimdilik bu uygulamada herhangi bir değişiklik yapılması ile ilgili çalışma yapmıyoruz.
Katkı paylarının hastanelerden tahsil edilmeye başlanması durumunda muayene olmaya gelen vatandaşlarımız ayrıca katkı payı yatırmak üzere kuyruklara girecek ve mağdur olacak. Sözleşmeli hastane, tıp merkezi sayısı toplam yaklaşık 2 bin 800 iken, sözleşmeli eczane sayısı ise yaklaşık 24 bindir. Ayrıca, eczanelerimiz bu katkı paylarını tahsil etmekle nakit girişi de yapıyor.

Hastaların kullandığı ve SGK’nın ödediği tıbbi cihaz ödemelerinde büyük gecikmeler olduğu söyleniyor. Mal ve hizmet alımlarındaki ödeme süreleri ne kadar?
Tıbbi malzemelerin şahıslara ödenmesi ile ilgili gecikmeler illerdeki tıbbi malzemenin fiyat tespiti ile fatura evrak inceleme sürecinden kaynaklanabiliyor. Firmalarla yapılması planlanan sözleşmelerle şahıs ödemeleri, firma ödemesi şeklinde yapılacak ve ödeme süreci makul ve mağduriyetlere yol açmayacak şekilde gerçekleşebilecek.

Hastanelerin temin ettiği tıbbi malzemelerin ödemelerinde ise kurumca hastanelere yapılan ödemeler en kısa süre içinde (15 gün) zaten yapılıyor. Bu hususta Kurumumuz herhangi bir gecikmeye mahal vermiyor.


Sağlık hizmeti satın aldığınız kurumların ödeme süreleri gün, ay ve yıl olarak ne kadar?
Satın alınan hizmetlerin ödemeleri itiraz yok ise 60, itiraz durumunda ise 90 günde yapılıyor.

Sağlık Bakanlığı hastanelerinde satın aldığınız götürü usulü hizmetlerde elde etmeyi planladığınız ekonomik değerin ne kadar olduğunu tahmin ediyorsunuz?
Götürü usulünde hizmet satın almadaki temel amaç, sağlık hizmetlerine ayrılacak bütçenin önceden öngörülebilmesidir. Alınan hizmetlere ilişkin ekonomik değerleri artırmaya ya da azaltmaya yönelik bir yönü bulunmuyor.


Kamu ve özel hastanelerden çok kesinti yaptığınızla ilgili bilgiler geliyor. Usulsüz fatura kesmelerinin çok fazla sayıda olması, fatura kontrollerinin örnekleme sistemi ile yapıldığı, dolayısı ile çok sayıda usulsüz faturaya rastlandığı bildiriliyor. MEDULA’yı faturalamaya getirmeyi planlıyor musunuz? Ya da tedavi hizmetlerinin satın alınmasını düşünüyor musunuz? Gelişmiş ülkelerde bu türlü hizmet alımı ihale alımı oluyor. Özellikle fizik tedavi ve rehabilitasyon hizmetleri?
Bu konularda bize de çok sayıda şikâyet geliyor. Mevcut durumda hem sistemin daha adil ve her yerde aynı esaslar dâhilinde uygulanmasına yönelik olarak uygulama birliğini sağlamaya çalışıyoruz, hem de ileriye dönük başka sistemler kurulabilip kurulamayacağını değerlendiriyoruz. Bu konuda önemsediğim bir durum, Kurumumuz çalışma prensiplerine uygun olmak şartıyla, reçetelerin, raporların ve faturaların elektronik olarak sistem üzerinden gönderilmesi hususunda teknik ve mevzuat açısından incelemelerimiz devam ediyor. Gerekli olan düzenlemeler yapıldıktan sonra, sistem devreye girecek.

İlaç Fiyat Kararnamesi ile ilgili son gelişmeler nelerdir?
Çalışmalar sonucunda varılan mutabakatlar çerçevesinde Sağlık Bakanlığı İlaç Fiyat Kararnamesinde yapılacak değişiklik taslağını Bakanlar Kuruluna gönderdi ve Bakanlar Kurulu Kararıyla İlaç Fiyat Kararnamesinde değişiklikler yapılarak 03/12/2009 tarihli ve 27421 sayılı Mükerrer Resmi Gazetede yayımlandı.

2010 – 2012 Orta Vadeli Mali Programda
İlaç Fiyat Kararnamesinde yapılan bu değişikliklerin önemli bir özelliği, ilaçta Global Bütçe uygulamasına geçilmenin sağlanması. Bilindiği gibi 2009 yılında tüm sağlık giderlerinin Global Bütçe ilkeleri çerçevesinde karşılanması konusunda yoğun geçen çalışmalar yapılarak, Sağlık Bakanlığı, Üniversite Hastaneleri ve İlaç Sektörü ile mutabakat sağlandı. İlaç sektörü ile varılan mutabakat sonucu 2010 – 2012 Orta Vadeli Mali Programda öngörülen hedeflerin tutturulabilmesini teminen ilaç fiyatlarında yapılacak indirim oranları belirlendi ve bunu sağlamak üzere de İlaç Fiyat Kararnamesinde gerekli değişiklikler yapıldı.

2010 yılı itibariyle ne gibi düzenlemeler gerçekleştirilecek? SGK geçmiş dönemdeki kaç kurumun birleşmesinden oluştu? SGK’da birleşen kurumlar farklı olarak ne kadar süre daha devam edecek?
Sosyal Güvenlik Kurumu, 20.05.2006 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 5502 sayılı Kanun ile kuruldu. Kurumun ilk Genel Kurulu 24.11.2006 tarihinde toplandı ve Yönetim Kuruluna seçimle gelen üyeler tespit edildi. Yönetim Kurulunun oluşmasıyla, Sosyal Güvenlik Kurumuna devredilen Sosyal Sigortalar Kurumu Başkanlığı, Bağ-Kur Genel Müdürlüğü ve Emekli Sandığı Genel Müdürlüğü tüzel kişiliklerini yitirerek, kapandı.

223 Adet SGM Hizmet Vermeye Başladı
5502 sayılı Kanunun geçici 2 nci maddesinde belirtilen 3 yıllık geçiş sürecinden (24.11.2006 tarihinden itibaren başladı) bahsetmekte fayda görüyorum. Bu süre içerisinde merkez teşkilatı yapılandırılmış, taşra teşkilatı il müdürlükleri düzeyinde kurulmuş ve özellikle vatandaşa hizmetin yerinde verilmesi amacıyla il müdürlüklerine bağlı Sosyal Güvenlik Merkezleri (SGM) kurulmaya başlanıldı. Kurumumuz Yönetim Kurulu tarafından 438 adet SGM kurulmasına karar verilmiş ve bunlardan 2009 yılı sonu itibariyle 223 adet SGM (Sağlık Sosyal Güvenlik Merkezleri dâhil) hizmet vermeye başladı. Devredilen kurumların kadrolarında bulunan personelin geçiş sürecinde SGK kadrolarına atamaları yapılarak, bu çerçevede kurumsal birleşme fiilen ve hukuken tamamlandı. Yani SGK’da birleşen kurumlar devam etmemekte, 24.11.2006 tarihinde kapandı.


“En Temel Sorunlarından Birisi Kayıt Dışı İstihdam”
2010 yılında yapılması planlanan faaliyetler, Kurum Eylem Planı ve Taşra Teşkilatı Performans Hedefleri başta, sürdürülebilir bir sosyal güvenlik sisteminin sağlanmasını ve işlerin kolaylaştırılarak vatandaş memnuniyetini sağlamayı esas alan çalışmalarımız öne çıkacak. Sosyal güvenlik sisteminin çözülmesi gereken en temel sorunlarından birisi kayıt dışı istihdam. Bu kapsamda vatandaşlarımıza yönelik bilgilendirme toplantıları ve eğitim faaliyetleri yürütülecek. Ayrıca yapılan denetimler sıklığı da artırılacak ve daha etkili hale gelecek.

“Borç Takibi Etkinleştirilecek”
Sosyal güvenlik sisteminin sürdürülebilir bir yapıya getirilmesi için yönetilmesi gerekli olan bir başka konu ise, Kurumumuzun gelir ve gider dengesinin sağlamak. Bu konuda 2010 yılı içerisinde prim ve prime ilişkin tüm alacakların tahsilât oranını artırmaya yönelik çalışmalarımız hız kazanacak. Bu bağlamda denetimlerimiz artırılacak, tahsilâtı kolaylaştırıcı düzenlemeler yapılacak ve borç takibi etkinleştirilecek.

Sağlık Harcamaları İle İlgili Tüm Kontrollerin Elektronik Ortamda Yapılması
Gelir gider dengesini sağlamanın yollarından biriside hızla artan sağlık giderlerini, verilen sağlık hizmetlerinin kalitesini de düşürmeden azaltmak. Bu kapsamda yılsonuna kadar yapılması planlanan uygulamalarımız arasında şunlar yer alıyor:
• e-reçete uygulaması,
• e-fatura uygulaması,
• e-rapor uygulaması,
• Karekod uygulaması,
• Akıllı kart uygulaması,
• Sağlık harcamaları ile ilgili tüm kontrollerin elektronik ortamda yapılması,
• Eczane ve optik sözleşmelerinin gözden geçirilmesi.

Genel sağlık sigorta primleri devlet tarafından karşılanan vatandaşlarımıza yönelik yürütülen hizmetlerin (65 yaş maaşı, şehit yakınlarına verilen yardımlar v.b.) etkinliği artırılacak.

“Vatandaş Odaklı Yönetim”
Vatandaşlarımıza bürokrasiyi azaltarak hizmetlerin kaliteli ve kısa sürede yapılmasını sağlamaya yönelik olarak ve “Vatandaş Odaklı Yönetim” anlayışı çerçevesinde:
• Etkin bir insan kaynakları sistemi oluşturulacak,
• Merkezden taşraya yetki devrine yönelik çalışmalara devam edilecek,
• Kurumumuzun, diğer kurum ve kuruluşlarla yazışma yaparak elde ettiği/gönderdiği bilgiler elektronik ortama aktarılarak, sorgulamaları on-line olarak yapılacak,
• Çalışanların ve hizmet alanların memnuniyetine yönelik fiziksel ve sosyal şartlar iyileştirilecek,
• Hizmet süreçleri etkin ve verimli hale getirilecek,
• Donanım altyapısı güçlendirilecek,
• “ALO Sosyal Güvenlik” hattı kurularak bazı hizmetlerimizin birimlerimize uğranılmadan verilmesi sağlanacak,
• “Sosyal Güvenlik Beyaz Masa” ve “Ön Masa” uygulamaları hayata geçirilecektir.

Sağlık sigorta finansman açığı ne kadar?

(Milyon TL) Sağlık Sigortası Prim Gelirler
(1) Sağlık Sigortası Giderleri
(2) Sağlık Sistemi Açığı
(2 – 1)
2010 Tahmini Devlet Katkısı Dâhil 24.172 32.754 8.582
Devlet Katkısı Hariç 19.822 32.754 12.932
Not: Sağlık Sigortası Giderlerine yolluklar dâhil değildir.

2010 yılı itibariyle sağlık sigortası prim gelirlerinin 24 bin 172 Milyon TL (Devlet katkısı hariç tutulduğunda 19.822 Milyon TL) buna karşılık sağlık sigortası giderlerinin ise 32 bin 754 Milyon TL olacağı öngörülüyor. Gelir ve giderler açısından değerlendirildiğinde sistemin açığının 8 bin 582 Milyon TL (Devlet katkısı hariç tutulduğunda 12.932 Milyon TL) olarak gerçekleşeceği tahmin ediliyor.

8 Şubat 2010 Pazartesi

HEKİMLER FARMAKOGNOZİ’Yİ BİLMİYOR


Tıbbi bitkilerin biyolojik etkileri üzerine Eczacılık Fakültelerinde Farmakognozi ve Fitoterapi Anabilim dallarının olduğunu belirten Gazi Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İlkay Orhan, fakat bu konu ile ilgili hekimlerin bu anabilimden habersiz olduğunu kaydetti. Prof. Dr. Orhan, bu alanla ilgili ülkemizde ilk defa 18-22 Nisan 2010 tarihleri arasında 6. Uluslararası Güneydoğu Avrupa Ülkelerinin Tıbbi ve Aromatik Bitkileri Kongresi’nin (6th CMAPSEEC) gerçekleşeceğini söyledi.

Uluslararası Güneydoğu Avrupa Ülkelerinin Tıbbi ve Aromatik Bitkileri Kongresinin altıncısı bu yıl ilk defa Türkiye’de gerçekleştirecek. Hekimlerden eczacılara, ziraat mühendislerinden ilaç firmalarına birçok branşı ilgilendiren toplantıda, yeni keşfedilen bitkisel ilaçlardan endemik bitki türlerine birçok çalışma sunulacak. Merkezi Sırbistan’da bulunan Güneydoğu Avrupa Ülkeleri Tıbbi ve Aromatik Bitkileri Derneği (AMAPSEEC) adına düzenlenecek olan kongre 18-22 Nisan tarihleri arasında Antalya Kervansaray Lara Otel’de gerçekleştirilecek. Kongre Başkanı Prof. Dr. İlkay Erdoğan Orhan, tıbbi bitkilerin farmakolojik etkilerinden, yeni türlere kadar çeşitli alanlarda sözlü ve poster sunumları yapılacağını söyleyerek, “Eczacılar, hekimler, biyologlar, ziraat mühendisleri, kimyacılar ve peyzaj mimarları tıbbi ve aromatik bitkilerle ilgileniyorlar. Amerika’dan gelecek olan NCI direktörü Dr. John Beutler ve FDA yardımcı direktörü Prof. Dr. Ikhlas Khan’ın da katılımıyla çok güzel sunumlar olacak. Ayrıca bu alanda önemli isimler olan Yoshinori Asakawa, Anna Rita Bilia, Maria-Aleth Lacaille-Dubois, Bilge Şener, Erdem Yeşilada, Çimen Karasu ve Hakkı Alma gibi davetli konuşmacılar var. Türk katılımcılara da kayıt ücretinde indirim yapılmaktadır” dedi.


“Türkiye’den Tek Partner Bizdik”Farmakognozi ve Fitoterapi Derneği (FFD) üyelik koşulları hakkında bilgi veren Gazi Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İlkay Erdoğan Orhan, “Üyelik koşulları arasında eczacı olmak veya bu alanda çalışıyor olma zorunluluğu var. Dernek olarak geçen sene büyük bir AB projesine dahil olduk. “Long Life Health” konsepti altında halka bitkilerin sağlık amacıyla kullanımı ile ilgili olarak bazı konularda bilgi verilerek, beslenme ve obezite ile ilgili farklı alanlarda görev üstlenildi. Türkiye’den tek partner bizdik. Proje kapsamında bitkilerin yanlış kullanımı ile ilgili kitapçık hazırladık. Yabancı dilde bu tip kaynaklar mevcut ama ülkemizde pek yok. Türkiye’de Avrupa Farmakopesi öncesinde, Türk Farmakopesi vardı, ancak şu anda Avrupa Farmakopesi kurallarına bağlı kalınarak hareket ediliyor” şeklinde konuştu.

Hekimler İçin Farmakognozi ve Fitoterapi Kitabı
11 yıldır faaliyet gösteren Farmakognozi ve Fitoterapi Derneği tarafından ‘Tedavide kullanılan bitkiler-FFD Monografları’ isimli kitabın çıkartıldığını söyleyen Prof. Dr. Orhan şöyle konuştu: “Tıbbi bitkiler açısından çok önemli olan referans kitap olan Avrupa Farmakopesi’nde yaklaşık 200 bitki monografı var ve giderek artıyor. Bu, bir bitkinin tıbbi olarak kullanılması için bütün şartları ve özellikleri, test yöntemleri, miktar tayinini saklama şartlarına kadar gösteren kaynak bir kitap. Bitkisel monografların Avrupa Farmakopesi gibi bir referans kitapta olması bizim için çok önemli. Bitkisel ilaçların önemli diğer referans kitaplarda tanınıyor olması da çok önemli. Avrupa Farmakopesi, ESCOP, WHO monografları herkesin ulaşması zor kaynaklardır ve Türkçe değildir. Bu sebeple, bu alanda Türkçe kaynak kitap sıkıntısı vardı. Derneğimiz tarafından çıkartılan “FFD monografları” kitabı, Avrupa farmakopesi ve ESCOP’un birebir çevirisi değil ama onların da parametreleri göz önüne alınarak hazırlanmış bir kitap. İlk kitapta 40 bitki monografı var. Bitkinin yayılışı, Türkiye’de halk arasındaki kullanılışı, botanik özellikleri, kimyasal bileşimi, farmakolojik endikasyonları, kontrendikasyonları, ilaç etkileşmeleri, veriliş yolları ve dozu, toksisitesi, farmakokinetik özellikleri, klinik güvenlik sınırları ve eczanelerde satılan preparat isimleri gibi bilgiler yer alıyor. Hekimlerin yazdıkları ilaçlarla etkileşimlerine bakabileceği kaynak başvuru kitabı olma özelliği taşıyor. Her bitki için ayrı hazırlanan monograflar editoryal olarak uzun zaman harcanarak titizlikle incelendi. Fitoterapi içinde çok gerekli bilgilerin yer aldığı kitabın ikinci cildi de yayına hazırlanıyor.”


“Türkiye’de 8 Bin Endemik Tür Var”Kitapta ülkemizde yetişen ve tıbbi kullanıma sahip olan bitkilerin de yer alabileceğini, çünkü ülkemizde yetişen yaklaşık 12 bin bitki türünün yüzde 30’unun endemik olduğunu kaydeden Prof. Dr. Orhan, sahip olduğumuz biyolojik zenginliğin farkına varılması gerektiğine dikkat çekti. Avrupa’da 8 bin endemik bitki türü varken, Türkiye’nin tek başına bundan daha fazla bitki türü zenginliğine sahip olduğunu belirten Prof. Dr. Orhan, halka yönelik kitap çıkarılmasından önce doktor ve eczacıların bu konu hakkında bilgi edinmesi gerektiğinin önemine işaret etti.

“Hekimler hastalarınızı uyarın: Fitoterapi alternatif tıp değildir!”
Eczacılık Fakültelerinde fitoterapi ile ilgili anabilim dallarının olduğunu ve aktif olarak çalıştığını dile getiren Prof. Dr. Orhan, pozitif bir bilim dalı olan fitoterapinin modern tıbbın bir parçası olarak görülmesi gerektiğine dikkat çekti. Fitoterapi ile halk tababetinin ve geleneksel tıbbın karıştırılmaması gerektiğini belirten Prof. Dr. Orhan, “Fitoterapi allopatik bir tedavi şeklidir. Alternatif tıp değildir, modern tıbbın bir parçası ve ona yardımcı olarak görülmeli. Hekimlerin tıbbi bitkilerin kullanışlarıyla ilgili eğitim görmemesi ve soğuk bakması nedeniyle, uzman olmayan ve eğitimsiz kişilerin halkı yanlış bilgilendirmesini önlemek gerekiyor. Hekimlerin bu konuda etkin olması çok önemli ki yanlış uygulamalar olmasın. Bitkisel ilaçların birçok ilaçla etkileşimi olduğu iyi bilinen bir gerçek ve bu nedenle konu daha da önem kazanıyor. Ayrıca, derneğin danışmanlığında “Modern Fitofarmakoterapi ve Doğal Farmasötikler” adlı ve 3 ayda bir yayınlanacak olan bilimsel tabanlı dergimiz var. Dergide; bitkisel İlaç ve doğal kaynaklı ilaçların doğru şekilde kullanımı, fitofarmakoterapötik, doğal farmasötik, fitokozmetik, vitamin-mineral kullanımı ile ilgili doğru ve sağlıklı bilgiler ve bilimsel çalışmaları, bu alandaki klinik çalışmalar ve meta analizleri ile ilgili yazılar yer alıyor. Dergimiz bu konuda hekim ve eczacıları bilgilendirmek üzere hazırlandı. Eczacılık fakültelerinin farmakognozi anabilim dalları, doğal kaynaklardan yeni doğal bileşiklerin izolasyonu ve yapı aydınlatılması ile uğraşırken, Farmasötik Kimya Anabilim dalları bu bileşiklerin sentezlenmesi ile ilgilenirler. Türkiye’deki Farmakognozi Anabilim dalları, bugüne kadar bine yakın yeni bitkisel kökenli saf bileşiği dünya bilim literatürüne ve insan sağlığına sunmuştur” şeklinde konuştu.

Prof. Dr. Orhan’a ÖdülOsmanlı imparatorluğu zamanında, 1600’lü yıllarda halk arasında kullanılan bitkileri kaydeden bir Osmanlı hekiminin kayıtlarından unutkanlık ve hafızayı güçlendirme amacıyla halkın kullandığı 3 bitkiyi (Salvia fruticosa-adaçayı, Melisa officinalis-oğul otu, Teucrium polium-mahmude otu), hem fareler üzerinde hem de in vitro olarak test ettiklerini ve adaçayı ile mahmude otu ekstrelerinin oldukça ümitkar sonuçlar verdiğini belirten Prof. Dr. Orhan, impakt faktörü 2.6 civarında olan “Journal of Ethnopharmacology” adlı uluslararası dergide yayınladıklarını ve İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nin 50. kuruluş yıldönümü nedeniyle düzenlediği tıp alanındaki makale yarışmasında da bu makale ile finalist olduklarını söyledi. Eczacılık Fakültelerinde bu alanda yapılan bu tip bilimsel çalışmalardan kamuoyunun ve hekimlerin haberdar edilmesi gerektiğini vurgulayan Prof. Dr. Orhan, hekimlerle ortak çalışmalar yapılmasının fitofarmakoterapinin Türkiye’de hak ettiği konuma gelmesinde ve ehil olmayan kişilerin elinden kurtarılmasına daha çok katkısı olacağını da sözlerine ekledi.
Kongre ile ilgili detaylı bilgi için: http://www.6thcmapseec.org
Dernek ile ilgili detaylı bilgi için: http://www.ffd.org.tr

4 Şubat 2010 Perşembe

AMELİYATTAN SONRA ARTIK HASTA AĞRI HİSSETMİYOR

Geliştirdikleri yöntemlerle ameliyat sırasında ve sonrasında hastaya verilen solüsyonlar sayesinde analjezik etki yani ağrı tedavisi sağlayarak ağrıyı ortadan kaldırdıklarını dile getiren Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Aysun Yılmazlar, anestezistlerin sanatsal yönünün solüsyonların hazırlanmasında ve uygulanmasındaki ince nokta olduğunu söyledi.

Uzun yıllardır Ortopedi ve Travmatoloji Anabilim Dalı ile birlikte ortak çalışmalar yürüten Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Aysun Yılmazlar, epidural anestezi ile birlikte periartiküler enjeksiyon uygulamalarının artroplasti cerrahisinde yani protez cerrahisinde önemli bir yer tuttuğunu kaydetti. Son günlerde gündeme gelen multimodal analjezinin, artroplasti tedavisinde önemli bir yer tuttuğunu dile getiren Prof. Dr. Yılmazlar, “Artroplasti cerrahisinde sadece ameliyat sonrası ağrı tedavisi için değil, preoperatif, peroperatif ve postoperatif dönemler göz önünde bulundurularak yapılan yöntemlerin, çeşitli ilaç ve tekniklerin toplamı multimodal anajezik olarak adlandırılıyor” dedi.

“Hastanın Beynine Ağrının Fotoğrafını Çektirmiyoruz”
Preoperatif dönemde hastanın ameliyata hazırlandığını ifade eden Prof. Dr. Yılmazlar,
“Bir anestezist olarak ameliyat sırasında ve sonrasında ağrının nasıl giderileceği üzerinde duruluyor. Ameliyat sonrasında hastanın ağrıyla karşılaşmasının önüne geçmek için, preoperatif dönemde analjezi, yani ameliyat öncesi hastaya bir nonsteroid anti enflamatuar veriyor veya kısa etkili bir opioid uyguluyoruz. Bu ameliyatlarda tercih ettiğimiz anestezi tekniği ise epidural anestezidir. Ameliyat başlamadan ağrıyı kesmiş olmak ile artroplasti kaynaklı ağrılı uyaranın fotoğrafını hastanın beynine çektirtmemiş oluyoruz. Böylece ameliyat sonrası hastaya ağrıyı hissettirmiyoruz. Protez cerrahisini uyguladıktan sonra saha çevresindeki bağ, kapsül, kas ve ligamentlere yapılan bir solüsyonla ağrı kesme yöntemi uygulanıyor. Uygulanan 60 ml volümdeki solüsyon lokal anestezik, opioid, steroid, antibiyotik ve adrenalin karışımı ile oluşturulan bir multimodal ilaç kombinasyonu olup anestezist tarafından hazırlanıyor, ardından ortopedist tarafından ameliyat sırasında ameliyat sahasına periartiküler enjeksiyon olarak uygulanıyor. Ameliyat sonrasında da yara yeri kateteri ile lokal anestezik infüzyonuyla ağrı tedavisi sağlandığı gibi, hastaya epidural analjezi gibi bir rejyonal tedavi tekniği ile de sağlanabiliyor. Santral blok, periferik blok veya yara yeri analjezik infiltrasyonu ile postoperatif dönemde ağrı tedavisi yapıyoruz” şeklinde konuştu.

“Hasta Ağrı Hissetmeyince Çabuk Taburcu Oluyor”
Multimodal analjezi ile oluşturulan bu konsept sayesinde ameliyat sonrası hasta ağrı duymadığı için çok çabuk iyileşme parametrelerine kavuştuğunu kaydeden Prof. Dr. Yılmazlar, bu yöntemler ile hastayı ameliyattan 2 saat sonra yürütebildiklerini dile getiriyor. Prof. Dr. Yılmazlar, epidural kateterden yapılan serum fizyolojikle anatomik alanın yıkanması ve yara yerine yapılan analjezi ile hastanın ağrı hissetmeden ameliyattan 2 saat sonra ilk mobilizasyonunu gerçekleştirebildiğini dikkat çekti.

“Anestezistlerin sanatsal analjezik yönü”
Diz ya da kalça protezi ameliyatlarından sonra hasta ağrı duyarsa epidural kateterden sadece ağrıyı ortadan kaldıracak derişikteki solüsyon verildiğini dile getiren Prof. Dr. Yılmazlar, burada anestezi uzmanlarının dikkat etmesi gerekenin hastaya solüsyonun anestezik dozda değil analjezik dozda vermesine dikkat etmesi gerektiğinin üzerinde durdu. Prof. Dr. Yılmazlar, anestezistin sanatsal yönü olarak, harekete engel olmayacak ama ağrıyı hissettirmeyecek dozda analjezi stratejisi gerçekleştirmesine dikkat çekti.

Periartiküler Enjeksiyonun Etkinliği
Periartiküler enjeksiyon etkinliği üzerine araştırma yaptıklarını belirten Prof. Dr. Yılmazlar, “Epidural kateter ile ağrı yöntemini denedik. Yeni yöntemin yani periartiküler enjeksiyonun uygulandığı hastalarda epidural kullanımının olmadığı veya çok az olduğu dikkatimizi çekti. Ama serum fizyolojik ile uygulanan periartiküler enjeksiyon uygulanan hastalarda sürekli epidural analjezi cihazının kullanıldığını gözledik. Bu demek oluyor ki intraoperatif uygulanan ‘Periartiküler enjeksiyon’un gerçekten ameliyat sonrasında ağrının ortadan kalkmasına büyük etkisi var; çünkü kalça ve diz artroplasti ameliyatlarından hemen sonra hastalarımız ağrılara ve beraberinde bastona veda ediyorlar, yeni yaşamlarına merhaba diyorlar” dedi.

3 Şubat 2010 Çarşamba

“HEKİMLER ALLERJİYİ ENFEKSİYONLA KARIŞTIRIYOR”

Allerjide yapılması gerekenler ve yanlış bilinenler üzerine Sağlık Dergisi’ne konuşan Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik Allerji Bilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. İpek Türktaş, ülkemizde astım yakınmalarının enfeksiyonla karıştırıldığına dikkat çekti.

Son yıllarda allerjik hastalıkların artmaya başlamasıyla birlikte, bu hastalıklarda tanı ve tedavi seçenekleri de giderek daha fazla tartışılmaya başlandı. Sinüzit, orta kulak iltihabı, sık tekrarlayan solunum yolu yakınmaları gibi durumların altında genellikle astım ve allerjik rinit gibi hastalıkların yattığını kaydeden Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik Allerji Bilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. İpek Türktaş, erken tanı ve tedavi olanağı yaratabilmek amacıyla toplumun farkındalık düzeyini arttırmayı hedeflediklerini söyledi. Allerjik hastalıkların tanı konulamadığında çok sık hastaneye başvuru gerektirdiğini hatırlatan Prof. Dr. Türktaş, “Bu hastalıklar kontrol altına alınmazsa komplikasyon denilen sinüzit, orta kulak iltihabı, zatürre (pömoni) gibi başka hastalıklara zemin hazırlayabiliyor. Bu durum da çok önemli bir maliyet yükselmesine neden oluyor. Ayrıca bazı hekimlerin astım gibi bir hastalığı enfeksiyonla karıştırması da sorunun artmasına neden oluyor. Bunun nedeni, örneğin astım gibi kişide zaten var olan bir hastalığın enfeksiyonlarla ortaya çıkıyor. Bu durumda da öksürük, hırıltı, balgam gibi astım yakınmaları enfeksiyon yakınması olarak kabul ediliyor. Altta bir astım olabileceği düşünülmemelidir. Halbuki nezle, soğuk algınlığı gibi hastalıklarda yakınmalar 5-7 günde geçer. Öksürük çok az eşlik eder ve 1-2 günde geçer. Astım varsa hem bu süre uzar, hem de daha şiddetli yakınmalar ortaya çıkar ve bu durum her soğuk algınlığı sırasında az ya da çok tekrarlar. Hastalığın atlanma nedenlerinden bir diğeri de astım denildiğinde birçok insanın allerjik bir durum algılamasıdır. Halbuki her astımlı insan allerjik değildir. Hatta allerjik astımlılarda bile hastalık allerji yanı sıra enfeksiyonlarla tetiklenir” dedi.


“Üst Solunum Yolu Enfeksiyonları Göğüse İniyorsa Astımdan Şüphelenin”
Allerjik hastalıkların temelde üçe ayrıldığını belirten Prof. Dr. Türktaş, “Astım, allerjik rinit ve egzema olarak çok sık görülen 3 grup allerjik hastalık var. Astım her yaşta solunum yolu enfeksiyonlarıyla ortaya çıkar. Çok basit bir tanımlama olarak; her grip, soğuk algınlığı ve nezlenin “göğüse inmesi” durumu astım olarak kabul edilmelidir. Aileler genelde bunu ayırt edebiliyorlar. Çocuğunu diğer arkadaşları ile karşılaştıran anneler, kendi çocuklarında farklı olarak nezle sırasında öksürük ve balgam olması, öksürüklerin gece uykuda ortaya çıkması, eforla ve terlemeyle artmasıyla fark ediyorlar. Bazen de nezlenin geçmesine rağmen öksürüğün devam etmesi durum dikkatlerini çekiyor ve astımdan şüpheleniyorlar. Her astımlı insanın ağır astım krizi geçirmesi gerekmiyor. Hafif ve orta derecede şiddetli astımlılar enfeksiyonlar sırasında ve efor, toz, koku ve sigara dumanı gibi faktörlerle karşılaştıklarında belirti verir. Bu dönemde farenjit, geniz akıntısı, bronşit ve sinüzit gibi tanılar konulur. Bu hastalar uzun süre antibiyotik ve öksürük şurubu kullanırlarsa da yarar görmezler ve yakınmaları her seferinde kendi seyrinde düzelir. Göğüs ağrısıyla hastalığın ortaya çıkma şekli en az bilinen durumdur. Bu hastalar, öksürük ve balgam eşlik etmediğinde kalp hastası gibi algılanıp uzun kardiyolojik tetkiklerden geçerler. Astım genetik bir hastalık olduğu için ailede benzer yakınmaları olan insanlar bulunur. Ancak astım şiddetli olmadıkça bronşit, farenjit, zatürre başlangıcı gibi tanılar aldığı için, akrabalarda bu tarz yakınmaları olan kişiler varsa astımdan şüphelenmek şart olur. Zaten özellikle çocukluk yaş grubunda genelde tanıyı aileler koyuyor” şeklinde konuştu.


“Burun Kanamasında Allerjik Rinit Akla Gelmelidir”
Allerjik rinitte burun akıntısı, peş peşe aksırmalar, burun tıkanıklığı, burun kaşıntısı, gözaltında halkalar ve burun kanaması görüldüğünü söyleyen Prof. Dr. Türktaş şöyle konuştu: “Burun kanamalarının en önemli ve en sık görülen nedeni allerjik rinittir. Böyle hastaların birçok kanama testinden geçmiş olduğu ya da kulak burun boğaz bölümlerinde defalarca burun damarları yakılmış olduğu görülür. Burun çok yoğun damar ağı içeren bir organdır. Allerjik rinitte bu damarlar genişler ve hem burun tıkanıklığı ortaya çıkar, hem de kanama olur. Allerjik rinitli çocuklar tanı almaz ve tedavi edilmezlerse burun tıkanıklığı uzun sürer. Bu da genelde orta kulak iltihabı, orta kulakta sıvı toplanması ve kronik sinüzit gibi durumlara neden olur. Böyle çocuklar da uzun süreli antibiyotik tedavisi kullanmak zorunda kalırlar. Okul öncesi yaşlarda geniz eti büyümesi alerjik rinit benzeri yakınmalar yapar. Bazen de bu 2 durum bir arada bulunur. Bu nedenle altta allerjik rinit olup olmadığı araştırılmadan geniz eti ameliyatı yapılan birçok çocuk düzelmemekte ve ancak o zaman allerjik rinit olduğu anlaşılır.”

“Egzamanın Tek Tedavisi Kortizondur”
Egzamanın doğumdan birkaç hafta sonra ortaya çıkabileceğini vurgulayan Prof. Dr. Türktaş, ilk birkaç yaş içinde çocuğun yanaklarının “tokat yemiş gibi” kırmızı olabildiğini ve ara ara boyun ve kulak arkası gibi kıvrımlara, hatta tüm vücuda yayılan iğne ucu gibi pütürlü, kaşıntılı döküntüler şeklinde seyredebildiğini belirtti. Bu döküntülerin zaman zaman iyileşip, zaman zaman alevlendiğini, çocuğun yaşı büyüdükçe egzemanın diz ve dirsek önlerindeki çukurlara yerleştiğini kaydeden Prof. Dr. Türktaş, “İlk 2 yaşta besin allerjileri hastalığı tetikler. Bu nedenle egzemayı kontrol altına alabilmek için hangi besinin allerjiye neden olduğunu bulmak gerekir. Egzamanın tedavisi kortizon olduğu için, tetikleyen faktörleri bulmak ilaç gereksinimini azaltabilmeye yarar. Kortizonlu kremler dışında hiçbir şey egzamayı iyileştirmez. Nemlendiriciler sadece kuruluğu önleyerek kaşıntıyı azaltır” şeklinde konuştu. Prof. Dr. Türktaş, atopik egzemalı bebeklerin büyük bir kısmında ileri yaşlarda ortaya astım, allerjik rinit gibi hastalıklar çıktığına değinerek, bu nedenle egzamalı bebeklerin ailelerini bu yönden uyarmak gerektiğini belirtti.


Tüm Dünya’da Allerji Neden Artıyor?
Prof. Dr. Türktaş, allerjik hastalıkların tüm dünyada giderek artıyor olmasıyla ilgili birçok hipotezin olduğunu ama en çok “Hijyen Hipotezi” olarak tanımlanan teorinin kabul gördüğünü söyledi. Prof. Dr. Türktaş, “Buna göre; insanlar “batı tipi yaşam tarzı” olarak tanımlayabileceğimiz özellikte yaşama geçtikçe allerjik hastalıklar artmaktadır. Örneğin, şehirlerde merkezi sistemle ısıtılan havalandırması çok iyi olmayan, nemli, rutubetli, halı kaplı evlerde yaşamanın ev tozu akarları sayısını arttırdığı bilinmektedir. Spor yapmadan, hareketsiz kalan, sürekli kapalı ortamlarda bilgisayar ve TV karşısında vakit geçiren çocukların bu akarlarla çok fazla karşılaşması allerji geliştirmelerine neden oluyor. Çünkü genetik yatkınlık olmasının yanı sıra yaşanan çevre özellikleri de allerjik hastalıkların ortaya çıkmasını belirliyor. Ayrıca köyde enfeksiyonlarla, hayvanlarla ve doğayla iç içe yaşayan çocuklardan farklı olarak kent merkezlerinde yaşayan çocuklar aşı olarak, sık antibiyotik kullanarak enfeksiyonlardan korunuyor. Bu durumda bağışıklık sistemi aynı bir terazi gibi enfeksiyonla mücadeleyi unutmakta, allerjiye doğru kayıyor. Bu durum köyde, doğal ortamda büyüyen çocuklarda allerjik hastalıkların daha az görülmesinin en önemli nedeni gibi duruyor” dedi.


“Çok Sık Astım Atağı Geçirenlerde Yılda 30 ml Solunum Kaybı Oluyor”
Astım tedavisinde hastalığın kontrol altına alınması gerekliliğinin altını çizen Prof. Dr. Türktaş, “Hastanın hafif ya da ağır atak geçirmesi evde uykusuz gecelere neden oluyor, okul ve iş kaybına neden oluyor. Ayrıca, her türlü astım atağı hafif şiddette de olsa solunum fonksiyonlarını bozuyor. Erişkinlerde yapılan çalışmalara göre; geçirilen atakların sıklığına bağlı olarak yılda 30 ml kadar solunum fonksiyon kaybı oluyor. Bilindiği gibi akciğer gelişimi 20 yaşına kadar devam ediyor. 20-40 yaş arası artma ya da azalma olmazken, 40 yaş sonrası solunum fonksiyonları her insanda yavaş yavaş azalmaya başlıyor. Çocuklarda 10 yaşına kadar, akciğerleri boylarıyla orantılı olarak büyür. Bu dönemde tanı alamayıp atak geçirmeleri, çocukların solunum fonksiyonlarının bozulmasına neden olur. Yapılan tüm araştırmalar; astımlı çocukların normal akciğerle doğdukları halde, 6-7 yaşına geldiklerinde geçirdikleri ataklara bağlı olarak çok daha düşük değerde solunum fonksiyonlarına sahip olduklarını ortaya çıkartmıştır” diye konuştu.


“Türkiye Dışında Öksürük Şurubu Kullanan Ülke Kalmadı”
Astım tedavisinin beli bir standarda göre planlandığını, tüm dünyada belli aralıklarla doktorlar için astım tanı ve tedavi kılavuzlarının yayınlandığını belirten Prof. Dr. Türktaş, “İnternet üzerinden bu kılavuzlara ulaşılabiliyor. Tedavide genellikle ağızdan inhalasyon yoluyla çekilen ilaçlar kullanılır. Pnömoni ve sinüzit eşlik etmiyorsa astım ataklarında antibiyotik kullanılmaz. Türkiye dışında öksürük şurubu kullanan ülke kalmadı. Bütün dünya 7 yaşında yapılan ikinci verem aşısını uygulamadan kaldırdığı halde, bizim ülkemizde buna uzun süre devam edilmişti. Hindistan’da bile uygulamadan kalkmıştı. Bu uygulamayı en son bırakan ülkelerden biriyiz. Şimdi de öksürük şurubu kullanan tek ülke biziz. Bu şuruplar yurt dışında büyük marketlerde satılır, ilaç kategorisine bile alınmaz. Ancak bizde sürekli öksürük şurubu tüketiliyor ne yazık ki. Mukusu yumuşattığı söylenenler de dahil olmak üzere astım tedavisinde bu ilaçların yeri yoktur. Bu ilaçlar hiçbir tedavi kılavuzunda da yer almaz. Hatta astım dışında basit soğuk algınlığı gibi durumlarda da hiçbir etkileri yoktur. Çocukların karaciğerine ilaç yükü olmaktan başka işe yaramazlar. Bronşlardaki patoloji doğru ilaçlarla tedavi edilene kadar öksürük devam edecektir ” bilgisini verdi. Ülkemizde de bulunan bitkisel kaynaklı olup, bağışıklığı düzelttiği, direnci arttırdığı söylenen bazı ürünlere de dikkat çeken Prof. Dr. Türktaş, bunların dünyanın hiçbir ülkesinde sağlık bakanlıklarından onaylı olmadığı, tarım bakanlığı ruhsatıyla satıldığı ve birçok yan etkilerinin olduğunu belirtti. “Ayrıca bu ürünler iddia edildiği gibi olsa bırakın ruhsat alamamayı herhalde Nobel ödülü alırlardı” diyen Prof. Dr. Türktaş, insanların bu ilaçları kesinlikle kullanılmamaları gerektiğini belirtti.

2 Şubat 2010 Salı

AKDENİZ TIPTA HEDEF ELEKTRONİK MODERNİZASYON

Göreve geldiği günden bu yana yaptığı çalışmalar hakkında bilgi veren Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Timur Sindel, 2010 yılında hastanelerinde elektronik modernizasyona ağırlık vereceklerini kaydetti.

Antalya ve çevre illerin seçkin 3. basamak hastanelerinden biri olma özelliği taşıyan Akdeniz Üniversitesi Hastanesi, organ naklinde ilk sıralarda yer alıyor. 755 yataklı günde 3 bin poliklinik yapılan 2 bin 207 personelin bin 86’sı sağlık personeli ile hizmet veriyor. Bir yılda yatan hasta sayısının 31 bin 723 olduğu hastanenin yatak doluluk oranı yüzde 85. Hastane kemik iliği naklinde üst düzey hizmet veriyor.

Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Timur Sindel, onkoloji tedavisinde (Radyoterapi ve kemoterapi) en modern cihazlara sahip olduklarını belirterek, her tür cerrahi girişimin, onkolojik cerrahinin ve invazive görüntüleme yöntemlerinin tümünün yapıldığına dikkat çekti. “Size Özel Sağlık Merkezi” adı altında standart üstü özel hizmet verdiklerini belirten Prof. Dr. Sindel, havacılık tıp merkezi olarak uçuş ekibine hizmet veren bölgedeki tek merkez olduklarını dile getirdi. Prof. Dr. Sindel, JSI uluslararası standart çalışmaları bitme aşamasında olduğunu iletti. Her hastaya bir oda uygulamasına poliklinikte geçtiklerini ancak yatan hastaların bulunduğu bölümlerde odaların en fazla 6 odalı ve perde ile bölümlere ayrıldığını kaydeden Prof. Dr. Sindel, hekim açıklarının olduğunu özellikle dahili branşlarda ve yan dallarda hekim ve uzman sayısının yetersiz olmasından dolayı poliklinik randevu süresini uzun süreye yayıldığını kaydetti. Tam gün ile birlikte hekim sayısında değişme olmayacağını ifade eden Prof. Dr. Sindel, “Ulusal ve uluslararası standartlarda yoğun bakım ve diğer alanlar için enfeksiyon, surveyans ve hastane enfeksiyonu oranları rutin çalışılıyor. Enfeksiyon kontrol komitesinin alt birimleri var, verdiği öneriler doğrultusunda eğitim dahil mal ve cihaz alımlarına karar veriliyor” diye konuştu.


“2010’da Elektronik Alt Yapı Güçlendirilecek”
2009 yılı değerlendirmesinde döner sermaye gelirlerinin daralması yatırıma ve teknolojiye ayrılan payın azalmasına yol açtığını ifade eden Prof. Dr. Sindel, bu durumun modernizasyonu ve fiziki alanların artmasını güçleştirdiğini kaydetti. Buna rağmen yinede 2010 yılında elektronik alt yapının güçlendirilmesi çalışmalarına hız kazandıracaklarını dile getiren Prof. Dr. Sindel, bilgiye ulaşmak ve saklamak için elektronik modernizasyonu planladıklarını söyledi.



“Hastaneleri Dönüşü Olmayan Teknolojik Çöplüklere Çevirmeyin”
Modern bir hastane olabilmenin en önemli koşulunun teşhis ve tedavideki yenilikleri takip etmek ve bu yeniliklere uyum sağlamak olduğunu hatırlatan Prof. Dr. Sindel, “Cihazların verimliliğinin arttırılabilmesi için kullanıcı eğitimlerinin mutlaka alınması gerekmektedir. Aynı zamanda bakım ve kalibrasyonlarının düzenli olarak yaptırılması ve takip edilmesi de verimliliğin ve doğruluğun arttırılması açısında son derece önemlidir. Bu tür teknolojik cihazlar ile ilgili memnuniyetin sağlanabilmesi için doğru planlama şarttır. Doğru planlama yapılmadan alınan her cihaz hastanelerimizi dönüşü olmayan teknolojik çöplüklere çevirmektedir. Bu nedenle uzman bir ekiple yapılacak olan doğru planlama ihtiyaca neyin uygun olduğunun farkında olunmasıyla ve iyi bir fizibilite çalışmasıyla mümkündür. Satış sonrası teknik servis desteğidir. Satış sonrası teknik servis hizmeti alınacak olan firmalarda bazı kriterler aranmalıdır. Teknik servis hizmeti veren firmalar Hastaneyi kesinlikle maddi ve manevi olarak zarara uğratmamalıdır” dedi.

“SGK Bölge Müdürlükleri Arasında Kesinti Kuralları İçin Bir Standart Yok”
Hastanede en sık karşılaştığınız problemlerde ilk sırada faturalamanın yer aldığını kaydeden Prof. Dr. Sindel, “Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK)’nun fatura kesintileri sorununda, faturalamada bir sorun görünmemesine rağmen SGK’nın bazı malzemeleri lüks ve gereksiz kabul ederek tek taraflı kesmesi olur. SGK bölge müdürlükleri arasında kesinti kuralları için bir standardın olmaması ve bölgesel farklılıklar ile büyük kesinti oranları yaşanabiliyor. SUT’ta tanımlanan fiyatların güncelliğini yitirmesi nedeni ile 3. basamak olan hastanemizde bazı ameliyatların maliyetinin SUT’ta tanımlanandan daha yüksek olabiliyor. İkinci sorun olarak hastane kapasitesinin talebi karşılayamaması ve fiziksel alan yetersizliği geliyor. Bu özellikle yoğun bakımlarda ve büyük ameliyat gerektiren hastalar için önemli oluyor. Artan nüfus ve yoğun talep nedeni ile poliklinik ve yatan hastalara uzayan tanı ve tedavi randevularının verilmeye başlamasına yol açıyor. Son olarak da; bütçe kısıtlaması ve azalan döner sermeye gelirleri yer alıyor. Bugüne kadar yanlış yapılarak devam eden makine-techizat ile mal ve hizmet alımlarının döner sermaye üzerinden yapılmasıdır. Tanı ve tedavide kullanılan cihazların miadını tamamlaması ancak azalan döner sermaye gelirlerinin bunu karşılamada yetersizliğidir.”

Hasta Şikayetleri Titizlikle İnceleniyor
Her kliniğin kendi özelliklerine uygun hasta bilgilendirme ve onam formu olduğunu belirten Prof. Dr. Sindel, ancak bu formlarla ilgili olarak hastane başhekim yardımcısı ve hukuk fakültesinden bir öğretim üyesinin proje destekli bir çalışmasının halen devam ettiğini kaydetti. Prof. Dr. Sindel, hastaneleri ile ilgili hasta ve yakınlarının memnuniyet, dilek/öneri ve şikayet kutularındaki “Memnuniyet, Dilek/Öneri ve Şikayet” formlarını doldurarak düşüncelerini ilettikleri gibi, www.hastane.akdeniz.edu.tr web adresinden mail ile, telefon yolu ile yüz yüze görüşmek üzere “Hasta İletişim Birimi”ne başvurarak öneri ve şikayetlerini yetkililere ulaştırabildiklerini dile getirdi. Prof. Dr. Sindel şöyle devam etti: “Resmi kanaldan gelen şikayet dilekçeleri Hasta İletişim Birimi tarafından değerlendirilip ilgili bölümlere iletilerek ve şikayetçiyle konu ile ilgili görüşülüyor. Hastane Yönetiminden oluşan Hasta Memnuniyeti Değerlendirme Kurulumuz tarafından rutin olarak ayda iki kez toplanılıyor. Hastanemizde JCI kapsamında Hasta ve yakınlarının hakları ve sorumlulukları komitesi oluşturuldu. Hasta ve yakınlarının hakları ve sorumluluklarını içeren posterler hazırlandı ve hastane de uygun yerlere asıldı. Yatan hastalara verilmek üzere hasta hakları ve sorumluluklarını içeren “Hasta El Kitabı” hazırlandı ve basım aşamasında.”


Eğitimler konusunda hassas davranılıyor
Prof. Dr. Sindel verdikleri eğitimler hakkında şöyle konuştu: “Temel eğitim kursu yangın güvenliği, iş sağlığı ve güvenliği, hasta hakları ve sorumlulukları, ISO/JCI-hastanelerde akreditasyon standartları bilgilendirme, hastane acil durum yönetim planı, hastane enfeksiyonları-el yıkama gibi başlıklar yer alıyor. Anne sütünün özendirilmesi ve desteklenmesi, kırım kongo kanamalı ateşli hastaya yaklaşım, ilk yardım eğitimcisi eğitimi, faturalama süreci, ISO 9001:2000 iç tetkikçi eğitimi, domuz gribi enfeksiyon kontrol önlemleri, kan transfüzyonu pratiği ve organ bağışı bilgilendirme konularında seminerler veriliyor.”

“Türkiye Genelinde Ortak Fiyat Oluşturma Ve Uygulama Olanağı Yok”
İhalelerde yaklaşık maliyet belirleme ve ihale aşamasında uyumsuzluklar olabildiğini işaret eden Prof. Dr. Sindel, “Ortak şartname oluşturma zorluğu halen var. Birçok firma kendi ürününü satabilmek için ihaleyi KİK’e ve diğer mercilere şikayet ederek sürecin uzamasına yol açıyor. Mal ve hizmet alımlarında Türkiye genelinde ortak fiyat oluşturma ve uygulama olanağı yok. Bireysel fiyat, fiyat farkları oluşturuyor. İhale ödemelerinde problem yaşanıyor. Azalan döner sermaye gelirleri nedeni ile firma ödemeleri şu anda 7-8 aya kadar uzayabiliyor. Ancak ilaç, enerji ve iaşe ödemeleri günlü yapılmalıdır ve yaklaşık 3 ay geriden takip ediliyor.